HABER MERKEZİ - Edebiyatın insanı kendi hayatıyla sınırlı olan hapislikten kurtararak önlerine çoklu hayatlar serdiğini dile getiren tutuklu yazar Sadık Aslan, bu topraklarda yaşanan acılarla yüzleşmede edebiyatçıların rolüne işaret ederek, “Aydının, edebiyatçının bunu cesurca yapıp topluma taşırması önemli bir ihtiyaç. Bir arada özgür, eşit bir yaşam için bu vazgeçilmez” diyor.
Bu toprakların kaderi olarak gösterilmeye çalışılan katliamlar ve soykırımlarla toplumsal anlamda hak edildiği gibi bir yüzleşme yaşanmadığı için tarih sürekli tekerrür ediyor. Dünyanın birçok ülkesinde yaşanan katliamlarla yüzleşme adına birçok sanat ve edebiyat eseri üretilirken, bu kadim coğrafyada oldukça sınırlı düzeyde kalıyor. Bu coğrafyanın önemli bir parçası olan Mardin’deki halkların ve inançların bir arada yaşamasına engel olan katliamlarla yüzleşme adına “Solgun Sarı” isimli öykü kitabı kaleme alan Sadık Aslan, tutuklu bulunduğu Trabzon E Tipi Cezaevi’nden mektup aracılığıyla edebiyat serüvenine ve edebiyatın toplumsal yüzleşme üzerindeki etkisine ilişkin sorularımızı yanıtladı.
* Edebiyata ilginiz nasıl başladı, diğer bir deyişle kalemi elinize ilk ne zaman aldınız?
İnsan, bir tek hayatı yaşar ve o hayatın zaman ile mekanına mahkum kalır. Çağın iletişim olanaklarının artmasıyla ters orantılı olarak ruhsal temasın azalması tek tek insanların o biricik hayatlarını da daraltır. Hayatı bu haliyle kabullenirsek kabuğumuzun dışına çıkıp kedimizi çoğaltma imkanını da elde edemeyiz. Edebiyat bizi bu hapislikten kurtararak önümüze çoklu hayatlar serer. Böylece hayatımızın dışına çıkarak başka varoluşlarla buluşuruz. Zindanda kitapların ve özellikle edebiyatın düşünce ve ruhta geniş ufuklara açılımıyla mekan aşılır. Zindanın fersah fersah dışına taşarız.
Edebiyatın sunduğu imkanlarla çoklu hayatlar arasında gezinmek insanı değiştirir, dönüştürür, yeniler. Böylelikle kendini yeniden inşa etmeyi dert edinenler edebiyattan vazgeçemez. Verili hayatla yetinmeyen, sınırlanmaya, daralmaya gelmeyen insanlar kendilerine yeni bir dünya tasarlarlar. Edebiyat, okurların bu yeni dünya tasarılarına zengin bir düş gücü sağlar.
‘YAZMAK OKUMANIN BİR AŞAMASINDAN SONRA ORTAYA ÇIKAR’
Edebiyatın bu gücünü erken yaşlarda keşfetmek sanırım benim için bir şans oldu. Ortaokul sonlarında bazı dünya klasiklerini okumaya başlamak bana çok farklı âlemlerin kapısını açtı ve çok değişik bir deneyimdi. Sonra da çoğu zaman gece yarılarına kadar okumaktan kendimi alamadım. Bu okuma alışkanlığı ve ihtiyacı, kitaplara ulaşma imkânımın olmadığı kısa dönemler dışında hayatımda sonradan hep var oldu. Yazmak daha farklı bir mecra olmasına karşın sürekli okumanın bir aşamasından sonra ortaya çıkan bir itki. Bu bir kural değil tabi. Fakat “Ben de yazamaz mıyım acaba?” duygusu, okuyan birini değişik düzeylerde yokluyordur. Okumak, biriktirmek, yaşama ait bir şeyleri dert edinmek yazma ediminin yolunu açar. İki seneye yakın ilk zindan sürecim çok genç bir yaşıma tekabül etti. Zindan gibi öz yaşam okulunda kaleme uzanmak daha fazla imkan dahilinde oluyor. O yaşlarda küçük küçük denemeler şeklinde kalemi elime aldığım oldu.
* “Solgun Sarı” kitabında “Medeniyetler Buluşması”nın bir noktası olarak kabul edilen Mardin’de yaşananları öykülerinizle işliyorsunuz. Bir yüzleşme niteliği taşıyan bu çalışmaya nasıl başladınız?
Yazım işiyle uğraşanlar, ilkin en iyi bildikleri şeyden başlarlar. Yani çoğunlukla kendilerini anlatırlar. O yüzden ilk ürünlerinde otobiyografik ögeler ağır basar. Çevrede yaşananlardan duyulan rahatsızlık yazma işine girişmede önemli bir etken olabilir. O yaşananlardan arınmak; onları sorgulamak, anlatmak; onlara başkaldırmak istenir. Sylvia Plath, yazma nedenini içindeki susmak istemeyen sese bağlamış. İnsanın yaşama dair bir sorunu varsa o ses kendisini daha fazla duyurur. Zaten edebiyatın da mutluktan ya da sorunsuzluktan değil, acılardan, hüzünlerden, sorunlardan çıktığı söylenir. O yüzden öyküler, romanlar küçük ya da büyük, bir soruna odaklanır ya da bir sorundan çıkarlar.
‘İÇİMDE SUSMAYAN SES’
Çocukluğumun sevecen ama hüzünlü, sıcak ama buruk, güzel ama soluk Süryani, Êzidî simalarına dair içimde susmayan ses, belli bir yaşam algısının gelişmesinden sonra geçmişe ve bugüne dönük sorgulayıcı ve eleştirel bir bakış açısını da doğurdu. Bilincin belli ölçüde gelişmesi, yaşananın öyle büyük de değil altından kalkılması zor kocaman bir sorun olduğunun anlaşılmasını sağladı. “Solgun Sarı” sadece Tor’un Nahit taşının renginin değil, o solgun taşlı mekânlarda solmuş, soldurulmuş hayatların ifadesi olarak çıktı ortaya. Mekânın diliyle, kültürüyle, sanatıyla, zanaatıyla, renk ahengiyle dolduran o hayatlardan kocaman bir boşluk, hiçlik kalmıştı geriye. Çocukluğumun o simaları hiçliğin hemen öncesini duruşlarıyla anlatır gibiydiler. Bunlar dokunaklı, içe işleyen duruşlardı. İnsanın hiçbir kötülük yapmamış, içinden hiçbir kötülük geçmemiş olsa bile o simalara karşı bazı avantajlara sahip olduğunun idrakine varması kendi başına sarsıcı bir etki yapıyor ve bu da kişisel yüzleşme için yeterli bir sebep… Yüzleşmeye bir davet de var aynı zamanda.
O mazlum halklarla ilgili çocukluk anılarımdan zihinde kalan kesitler hikâyeleri kurmak için yetmeyebilirdi. O yüzden öykü kişileri ile ilgili olarak annem, halam, amcam ve birkaç yaşlı insanımızdan alınan bazı bilgiler, kız kardeşlerim tarafından bana mektupla yollandı. Yaşanmışlıklar kurgunun imkânlarından faydalanılarak öykü tarzında işlendi.
ORTAK NOKTA VİCDAN
* Halkların tarihleri ile yüzleşmesi noktasında edebiyatın etkisi ne düzeydedir?
Murathan Mungan, “Bilirsiniz; insandan daha uzun yaşar kemikleri. Dillerini ne kadar toprağa gömerseniz gömün, kelimelerin kemiklerini örtecek toprak yoktur. Gün gelir, yazılır, söylenirler...” diyor. Edebiyat böylece insanı acıya, acının kaynağına bakmaya zorlayarak hafızayı diri tutar. Bu açıdan, felaketlerden, soykırımlardan doğan edebi eserlerin önemi yalnızca o felaketlerin zamanı ve mekânını aşan canlı kalma gücüdür ki yaşanan acıların tarihin karanlıklara gömülmesini önler. Gerçek bir edebiyattan söz ediliyor burada tabi ki. Taraflı, propagandif değil, insani hassasiyetleri öne alan bir edebiyat. Böylesi bir edebiyat, insanda sezişler, duyumsayışlar yaratarak hissiyatı arttırır. Edebiyatın felaketi ne düzeyde temsil edebileceği tartışma konusuysa da unutmaya, unutturmaya karşı insandan, insanlıktan yana bir edebiyat her zaman gerekli bence. Bu, sadece mağdurun mağduriyetini, celladın cellatlığını aktararak yapılmaz. Okur ve yazarın buluşabileceği nokta olarak vicdan, vicdana davet bu yönüyle bir yol gösterici olabilir.
Kötü temsillerden sürekli bahsedilebilse de soykırım yazının toplumun ortak suçları noktasında insanların duyarlılıklarını, farkındalıklarını geliştirmedeki rolü yadsınamaz. Hafızanın unutuşa karşı mücadelesi, günü birlik yaşamını aşırı uyaranla duyarsızlaştırmanın geliştirildiği böylesi bir çağda her zamankinden daha gerekli. Doğrudan, iyiden ezilenden yana bir edebiyat böylece insanın iktidara karşı mücadelesinde vazgeçilmez bir öneme sahip.
‘YÜZLEŞMEDEKİ ASIL SORUN GELECEK SORUNUDUR’
En önemlisi; toplumların, geçmişlerinin olumsuz yanlarıyla yüzleşmeleri konusu esnasında bir gelecek sorunudur. Ne mağdur ne fail olmadan özgür bir yaşam inşa edebilme ancak böyle gelişebilir. Sözü edilen edebiyat böylesi bir gelecek için gerekli.
* Yüzleşme anlamında Yahudi Soykırımı gibi yaşanmışlık ve acılara ilişkin özellikle ezen ulus ya da kimlik tarafından eserler üretilse de bu topraklarda yaşanan acılarla yüzleşme anlamında üretilen eserler çok sınırlı. Bunun nedenleri nelerdir?
Bu coğrafya 1915’i, Zilan’ı, Dersim’i 6-7 Eylül’ü, Maraş’ı, darbeleri, 1990’ları yaşadı. Sur’un, Cizîr’in, Nisêbîn’in, Şırnak’ın dumanı ise halen tütüyor. Edebiyatın bunca felaketi hakkıyla anlatıya aktardığını söylemek zor. Evet, bunu yağan bazı yazarları görmezlikten gelmek de haksızlık olur. Fakat genel bir durumdan söz ediyoruz. En basit gündelik hususlarla ilgili yığınla kitap yazılırken ki bu yanlış da değil ama madem edebiyat tüm hayatla ilgili, o halde sosyolojik, psikolojik, ruhsal vesaire anlamda hayatlarımızı alt üst eden felaketleri duymazdan, görmezden, bilmezden gelmek çok ciddi bir sorun. Yüzleşmeyi yapan ve değişik vesilelerle bunu duyuran, tavır sahibi olan değerli edebiyatçılar da var. Bununla beraber siyasal atmosferin yarattığı korku, yüzleşme tavrının artmamasında önemli bir etken olabilir. Öte yandan önemli bir kesimde milliyetçilik gibi zihinsel bir hastalığın aşılamadığı ortada.
‘MUKTEDİRLERDEN YÜZLEŞME TAVRI BEKLEMENİN ANLAMI YOK’
1915 zihniyetinin süregelen varlığı en yakın zamanlı acılarımızın da nedeni ki, bu zaten mücadele nedeni. Bu açıdan mevcut durumda muktedirlerden yüzleşme tavrı beklemenin bir anlamı yok. Asıl sıkıntı, çok değişik politikalarla geçmişten bugüne önemli oranda devlet toplumu haline getirilen toplumda yeni bir zihniyetin fazla gelişmemesi. Bunun kayda değer şekilde edebiyatçılara sirayetini de (ya da tersi) var olan sonuç gösteriyor. En yakın örnek olarak, Kürt şehirlerine yaşatılan felaketler karşısında batıdaki toplumla ağırlıklı sayıdaki edebiyatçının durduğu yer birbirinden ne kadar uzak tartışmaya muhtaç.
‘TÜRK TOPLUMU ZULÜM İLE YÜZLEŞMEKTEN UZAK’
Yazar ve aynı zamanda savaş muhabiri olan Rusyalı Yahudi Vasili Grossman “Yaşam ve yazgı” adlı üç ciltlik kitabında “Ve on binlerce değil, hatta on milyonlarca da değil, çok büyük insan kitleleri suçsuzların yok edilmesinin uysal tanıkları olmuştur. Ama sadece uysal tanıkları olarak kalmamışlar, emredildiğinde, yok edilme oylaması yapıldığında kitlesel kıyımları onayladıklarını seslerinin bütün gücüyle ifade etmişlerdir” diyor. Ne kadar inkâr edilirse edilsin bu durum coğrafyamızın da bir gerçeği. Daha alınacak mesafe varsa da Kürtler mesela 1915’teki paylarına dair belli düzeyde bir yüzleşme gerçekleştiriyorlar. Türk toplumu ise o tarihten bu yana diğer halklar ile değişik inanç kesimlerine yönelik uygulanan her türlü zulümle yüzleşmekten henüz uzak. Aydının, edebiyatçının bunu cesurca yapıp topluma taşırması da önemli bir ihtiyaç. Bir arada özgür, eşit bir yaşam için bu vazgeçilmez.
Dicle Müftüoğlu - dihaber