ŞIRNAK- “Kürtlerin edebiyatı var mı?” sorusu soruladursun cezaevinden dağları, mücadeleyi edebiyatla buluşturan isimlerden biri olan İlhami Çınar, dağ edebiyatını anlattı. Savaş edebiyatı ile dağ edebiyatı kıyaslaması yapan Çınar'a göre, dağ edebiyatı sanıldığının aksine "Nasıl ölmeli veya öldürmeli sorusuna değil, nasıl yaşamalı sorusuna verilmek istenen bir cevap".
Bir halkın kimliğinin vazgeçilmez parçalarından biri kuşkusuz sahip olduğu edebiyatı. Edebiyat, hele ki kendi ana dilinde eğitimden bile mahrum bırakılmış bir halk için sahip olunan kültürü geleceğe taşımak adına başka bir anlam ifade ediyor. Bu alanda çalışma yürüten pekçok önemli isim gibi Kürt edebiyatına tutuklu bulunduğu cezaevinden katkıda bulunan isimlerden biri olan yazar İlhami Çınar ile Kürt edebiyatının dününü, bugünü ve dağ edebiyatının gelişimini konuştuk.
- Kürt edebiyatının ilerleyişini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ortadoğu’nun kadim halklarından biri olan Kürtlerin tarihinde edebiyat çok önemli bir yer tutar. Günümüzde kimi aydın ve yazarlar -maalesef bunların içinde kimi sol sosyalist düşünürler de var- “Kürtlerin edebiyatı var mı?” gibi egemenlikçi bir yaklaşım içerisine girebiliyorlar. Bizim Kürt aydını, yazarı düşünürü de bir edebiyatının olduğunu kanıtlamak için deyim yerindeyse kendini paralıyor. Evet, Kürtlerin hem sözlü hem de yazılı olarak güçlü bir edebiyatı var. Sözlü edebiyat özellikle dengbêjler yoluyla günümüze kadar kendisini var ede gelmiştir. 11. yüzyılda Baba Tahirê Uryan’ın şiirleri sonraki yüzyıllarda daha sık rastladığımız kasideler, beyitler, destanlar Kürtlerin tarihinde yazılı edebiyat metinleri olarak kalıcı izler bırakmıştır. Kısaca belirtmek istediğim, Kürt aydın ve yazarının bir edebiyatının olduğunu ispatlamaya çalışmasına gerek yok. Varlığını kanıtlamaya çalışmak kadar korkunç bir şey olamaz. Kürtlerin 1990’lı yıllara kadar etnik varlığını egemen olana ispatlamaya çalıştığı gibi, günümüzde de edebiyatını ispatlamaya çalışıyor. Siz varlığınızı ispatla uğraşırken edebiyat trenini kaçırmış oluyorsunuz.
Söz konusu edebiyatsa dil sorununu başat bir olgu olarak ele almak zorundasınız. Kürt dilinin lehçe zenginliğini, birbirini anlamada ve yazılı eserlerini okuyamamanın bir sonucu olarak değerlendiriyor kimileri.
Başka dillerdeki çoğulculuk, farklılık ulusal edebiyatın bir zenginliği iken; ne hikmetse söz konusu Kürtler olunca bu zenginlik bir bölünmüşlüğün, parçalanmanın, birbirini anlamanın, eserlerini okuyamamanın, dolayısıyla da edebiyatının olamayacağı sonucunda kadar gidebiliyorlar.
'KÜRT EDEBİYATI HER YIL İVME KAZANIYOR'
Bu egemenlikli ‘bakış açısı’ ve Kürdün kendi varlığını, edebiyatını kanıtlama çabası sorunun sadece bir boyutudur. İkinci boyut daha içsel olana dairdir. Günümüzde Kürt edebiyatı her yıl ivme kazanıyor, daha iyi bir noktaya yavaş adımlarla da olsa ilerliyor. Fakat içsel anlaşmazlıklar bu gelişinin önünde ciddi bir sorun olarak duruyor. Temel soru şu; Yazdığımız eserin diki Kürt edebiyatının bir parçası olması için Kürtçe mi olmalı? Kürtçe yazılmamış ama tamamen Kürt toplumunun gerçekliğine tekabül eden eserleri Kürt edebiyatından saymayacak mıyız? Tamamen Kürt kültür kodlarıyla işlenmiş bir yapıtın dili Türkçe, Farsça veya Arapça olursa bunu, egemenin diliyle yazılmış diyerek yaftalamak ne kadar doğru? Bir kitap hangi dilde yazılmışsa gerçekten o edebiyata ait midir?
İşte dil üzerinde yaşanan bu sorunsal Kürt edebiyatının dünya edebiyatıyla ilişkilendirilmesi ve nitelik sorununa eğilmesi önündeki en büyük engellerden birini teşkil ediyor. Birincisi, edebiyatımızın varlığını kanıtlamakla uğraşıyoruz. İkincisi dil sorunu üzerine içsel ve dışsal olmak üzere iki boyutlu bir açmaz yaşıyoruz. Bu iki sorunu tam olarak aşamadığımız için evrensel ölçülerde nitelik sorununa bir türlü giremiyoruz. Fakat tüm handikaplara rağmen sürekli ilerlen, gelişen ve genişleyen bir Kürt edebiyatı da var. Özellikle son yılarda genç yazarların kendi anadilleriyle yazdıkları kitapların çoğalması gelecek açıdan ümitlenmemiz için yeterli bir sebeptir.
- Dünya edebiyatında savaş edebiyatının önemli bir yeri var. Son yılarda Kürt edebiyatı içerisinde “Dağ edebiyatı” olarak tanımlanan bir tarz ortaya çıktı. Dağ edebiyatının savaş edebiyatıyla bağı veya farklılıkları nelerdir sizce?
Her halkın veya ulusun tarihinde savaş edebiyatı güçlü bir yer tutar. İster o halkın mitolojisine bakalım ister destanlarına isterse ulusal kurtuluş mücadelelerine… Hepsinde savaşın yarattığı trajedileri, acıları, yıkımları veya tersi olarak destansı kahramanlıkları, zaferleri gözlemleriz. Savaş edebiyatına damgasını vurmuş Rus klasikleri ile anti-faşist cephede Avrupa’daki partizan direnişlerini konu alan eserler bu edebiyatın günümüze kadar özgün bir kulvar olarak ilerlemesini sağlamıştır.
‘DAĞ GERÇEĞİNDE SAVAŞ ÇOK BOYUTLUDUR’
Dağ edebiyatı bizim özgün gerçeğimizi ifade eden bir adlandırmadır. Savaş edebiyatıyla pek tabiî ki bir bağı vardır ama tamamen o kümeye ait de değildir. Savaş edebiyatına ait birçok eserde başlayan ve sona eren bir savaş bahse konu edilir. Dağ gerçeğinde ise savaş çok boyutludur. İki askeri gücün birbirine karşı verdiği savaşın yanında; insanın zorlu doğa şartlarına karşı, bireyin kendi geriliklerine karşı, kadının erkek egemen zihniyete karşı ve kişinin topluluğa karşı savaşını da edebiyatın konusu yapar, bunu işler. Dağın biten bir savaşı yoktur. Savaşılan gerçeklik değişse de o direniş ve mücadele kesintisiz sürer.
İkinci bir noktada ise savaş edebiyatında en fazla ön plana çıkan olgu bireysel kahramanlıklardır. Dağ edebiyatı bu olguyu içine almakla beraber daha kolektif bir bakış açısına sahiptir. Şöyle ifade edeyim; Savaş edebiyatında komutan figürünün eserde başrolü vardır. Dağ edebiyatı komutan figürünü yadsımadan bazen en arkadaki savaşçıyı da ana-karakter yapar. Ayrıca yan-karakterler en az ana-karakter kadar damga vuru esere.
‘NASIL YAŞAMALI SORUSUNA BİR CEVAPTIR’
Dağ edebiyatını devrimci edebiyatın bir kolu olarak görmek gerekir. Savaş edebiyatı çok genel bir ifade. Her ulus bağımsızlık ve özgürlük tarihine dair eserler vermiştir bu edebiyata. Dağ edebiyatı ise bizim için özgündür. Daha işin başında sayılırız. Savaş edebiyatından elbette koparamayız ama yukarıda ifade etmeye çalıştığım nedenlerden ötürü devrimci edebiyat şemsiyesi altında değerlendirmek daha doğru olacaktır. Zira dağ edebiyatı, nasıl ölmeli veya öldürmeli sorusuna değil, “Nasıl yaşamalı?” sorusuna verilmek istenen bir cevaptır.
- Dağ edebiyatının bugün geldiği evreyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Kategorize etmek ne kadar doğru olur bilemem ama dağ edebiyatını üç evreye ayırabiliriz. 1990’lı yılara kadar ağırlıklı olarak şiir ve günlük, 1990-2000 arası şiir, anı ve günlük, 2000’den sonra ise roman ve öykü dahil hemen hemen edebiyatın her türünde ürün açığa çıkaran bir gerçeklik söz konusu.
Dağ edebiyatının bin bir zorluğu var: Fiziki şartlar, siyasi süreçlerinin yoğun atmosferi ve buna bağlı olarak tabi ki savaş koşulları… Bunların hepsi yazılı edebiyatın belli bir sisteme içerisinde gelişmesi önündeki yadsınamaz faktörler. Fakat tüm bu zorluklara rağmen dağlıların yaratıcı yazım edimi durmaksızın devam etti, ediyor.
ENGELLER VAR
Dağ edebiyatının önünde elbette engeller var. Bu engellere anlam verilmeden, nedenleri üzerinde durulmadan hakkaniyetli bir yaklaşım gösteremeyiz. İstesek de istemesek de savaş koşullarında yazılan eserlerde sansür, ajitasyon-propaganda, övgü ile yerginin güçlü etkileri görülür. Bu olguları yadsıyabilir, burun kıvırabilir, eleştirebiliriz de. Fakat içinde geçilen koşullar, savaşın yakıcılığı göz ardı edilemez. Böylesi zamanlarda akıl-kalem diyalektiği değil, kalp-kalem diyalektiği işler. Bu yüzden olsa gerek çoğu kez şöyle denir: “ Kürt özgürlük hareketinin edebiyatı sıcağı sıcağına değil uzun yıllar sonra ancak yapılabilir” Bu görüşe anlam versem de katılmam mümkün değil. Edebiyat mutlak olanın, değişmez olanın reddidir. Dolayısıyla dağ edebiyatı ancak devrimden sonra yapılabilir görüşü doğru değil. Klasik Marksist öğretinin “her şey devrimden sonra” düsturunun reel sosyalizm örneğinde görüldüğü gibi hayatın gerçekliğiyle bağdaşmadığı ortada.
Tüm acılar, trajediler devrimden önce, tüm güzel günler ise devrimden sonra. Bu öğretinin çok benzerlerini nerede görürüz? Dinler mitosunda. Bu dünya yalan bir dünya her türlü acının, çilenin, ızdırabın, sefaletin, zulmün yaşandığı yer. Diğer dünya ise gerçek olandır. Bu dünyadaki amellerin iyiyse diğer dünyada tanrı tarafından cennetle mükâfatlandırılırsın. Birbirine çok zıt sanılan iki düşüncenin inanılmaz benzerlikleri apaçık ortada.
‘OLMAMIZ GEREKEN YERDE DEĞİLİZ’
Şimdi temel soru şu; Etik ve estetik ölçülerle iyi bir edebiyat eserini devrimden sonraya mı bırakmalı yoksa devrimin seyri içinde deneye yanıla, düşe kalka mı yazmalı? Bence ikincisi, ilk görüşü kesinlikle yadsımıyorum. Tamamen haksız da bulmuyorum. Fakat bizim dağ edebiyatı gerçeğimize ikinci şık daha uygun düşer. Dağ edebiyatının bugün istenen düzeyde olmamasının elbette sebepleri var. Kırılması gereken tabular, atılması gereken kaygılar, övme ve yermeye dayalı kahramanlık ile ihanet temasına sıkıştırılmış bir seyir gibi. Olmamız gereken yerde değiliz; ama durağan statik bir vaziyeti aşalı da epey oldu. Dağ edebiyatı yukarıda saydığım engelleri aşarsa inanıyorum ki o çok zengin hayat kaynağıyla edebiyatseverlerin susamışlığını giderecektir. Dağ gerçeğinde bir derya kadar özgün ve inanılmaz hikâyeler var. Asıl sorun edebiyat yoluyla sanatsal bir işçilikle bu cevheri işlememiz. Kürt özgürlük hareketi dünya devrim tarihine şu anlamlı vecizesini yazmıştır: “Özgürlük devrimden sonra değil devrım anında kendisini yaratan bir hakikattir.” Bu yüzden dağ edebiyatı, devrimci edebiyatın bir kolu olarak asla devrim sonrasına ötelenebilecek bir olgu değildir.
- Edebiyata başlangıç sürecinizi biraz anlatmanız mümkün mü? Sizi yazmaya iten şey neydi?
14 yaşımdan beri kalem elde yazıyorum. Küçük yaşta annemden ayrılmak zorunda kaldım. İzmir’deki içe kapanık günlerimde yazıyla içimi dökebileceğimi keşfettim. Uzun yıllar günce tuttum. Önce anneye olan özlemin ifadeye kavuşmasıydı güncelerimdeki yazılar. Mücadeleyi tanıdıktan sonra ise günlüklerin muhtevası buna göre şekillendi.
‘HALİL’İN ÜZERİMDE BÜYÜK EMEĞİ VAR’
Gerillada da günce tutmaya devam ettim. Yazmak bir yerden sonra vazgeçilmez, karşı konulamaz bir tutkuya dönüşür kimi insanlarda. Bende de biraz öyle oldu. Günlüğe yazılan yazılar bir süre sonra anı tarzını aldı. Daha sonra ise sürekli yazılan ama sahibi tarafından beğenilmediği için yırtılıp atılan kısa öyküler aldı yerini. Bir öykünün nasıl yazılması gerektiğini, tüm boyutlarıyla Halil Uysal’dan aldım. Eğer bugün dağ öyküleri yazmış ve okuyucuya ulaştırmışsam bunda Halil’in büyük emeği var, bilinmesini isterim.
Edebiyata ciddi anlamda eğildiğim zaman dilimi zindan sürecinde oldu. Altyapı eksikliğini çok okuyarak, araştırıp inceleyerek gidermeye çalıştım. Yazmak bir eylemdir. Sizi o eyleme iten ise güçlü retlerimizdir. Eğer özgün bir hikâyeniz varsa, içinizde artık taşıyamayıp dışarı taşmak isteyen gerçekler sizi rahatsız ediyorsa ve en önemlisi okuduğunuz birçok eser sizde tatminsizliğe yol açıp yetersiz buluyorsanız bir de bakmışsınız kalem elde yazıyorsunuz.
Eğer sizden önce birileri anlatmak istediğiniz hikâyeyi kaleme almışsa ve bu sizi de tatmin etmişse yazmanıza gerek kalır mı? Hayır. Tatminsizlik veya ikna olmama durumu yazma eyleminizin başlangıcı oluyor aynı zamanda ben de yıllarca kalbimde ve beynimde taşıdıklarımı bir araya getirip zindanda yazabildim.
- Cezaevinden dağları, mücadeleyi yazmak nasıl bir duygu ve zorlukları neler?
Devrimci edebiyatımızın alt kolları olan zindan ve dağ edebiyatı sürekli yolları kesişen iki nehir gibidir. Günümüz zindan edebiyatına ait ürünlerin büyük bölümü de dağları, gerillayı mücadeleyi konu alır. Dolayısıyla dağ ile zindan arasından güçlü bir bağ var. Fiziksel olarak bir gerçeğe tekabül ediyor; Zindandaki dağlılar, dağdaki zindanlılar… Bu göz ardı edilemez bir realite. Fakat önemli bir noktaya eğilmemiz gerekir. Zindan soyut bir alan. Kendi mücadele gereğinizin renkliliğiyle var olan monoton yaşamı kırmaya çalışırsınız. İnsan hayatında fiziksel mekan daraldıkça düş gücünün alabildiğince genişlediğini görürüz. Bur durumun hem olumlu hem de olumsuz olmak üzere iki boyutu var. Olumlu yanı, ünlü yazarların bazıları başyapıtlarını veya en rafine düşüncelerini zindan sürecinde, en tecritlik zamanlarda kaleme aldıklarını biliyoruz. Zindanda yaratılan bu eserler inanılmaz bir yoğunlaşmanın hayal gücünün, derin özlem ve tutkuların izlerini taşır. Ancak olumsuz bir yanı da var zindan edebiyatının; aşırı soyutlanma ve soyutlamanın beraberinde getirdiği gerçeğe yabancılaşma. Zindan zaten sizin yalıtıldığınız, fiziken hapsedildiğiniz bir mekan. Bunun üstüne bir de kitap yazıyorum adı altında kendi köşenize çekilip karakterlerinizle yaşamaya başlarsanız bu imgeler sizi alıp yutar. Roman veya öykünüzün kahramanlarıyla ağlayıp gülersiniz ama yanı başınızdaki yoldaşınızın dertlerine kayıtsız kalır, sevincine ortak olmazsınız. Zindanda edebiyatla uğraşan bizlerin en ciddi açmazlarından biri de budur.
Mekânın soyutluğu düş gücünüze negatif etkide bulunmamalı, içinde bulunduğunuz yaşama karşı görev ve sorumluluklarınızı da yerine getirebilmelisiniz. Bu soyutlamadan kurtulup canlı hayatı imgelerimizle birleştirdiğimizde ne denli güçlü çalışmaların ortaya çıkabileceğini son yıllarda açığa çıkan ürünlerde görebileceğimize inanıyorum.
O AN GELDİĞİNDE
- Bundan sonra yayımlamayı düşündüğünüz veya yazmayı planladığınız eserler var mı?
Geçen yıl dördü Türkiye’de biri de Avrupa’da olmak üzere art arda beş kitabım yayımlandı. Altı yıl boyunca bekletilmiş dosyalarımın arka arkaya yayımlanması elbette tercihim değildi. Fakat böyle uygun görüldü, şartlar da bunu gerektirdi. Yine de çalışmalar için teşvik eden bir durum. Öyle sınıyorum ki Siya’nın Güncesi’nin ikinci baskısı yapılacak. 1915’i ve bizim yöredeki Ermenileri konu alan öykü dosyam “Neno”yu dışarıdaki değerli dostlar yayıma hazırlıyorlar. “Biz de söz can demektir!” adlı romanı ise tamamlayıp yayınevine teslim ettik. Ayrıca Amanoslarda tuttuğum iki günlüğümden biri yarım yamalak bir şekilde bana ulaştı. Şu an küçük rötuşlarla o güncedeki 54 anı yazısından geriye kalmış 23 tanesini yeniden gözden geçiriyorum. Bu aralar zaman sorundan kaynaklı yeni bir çalışmam söz konusu değil. Ancak önceki yıllarda notlar aldığım taslaklarını hazırladığım çalışmalarım çekmecede demlenmeyi bekliyor. Demini alınca yani zamanı gelince yazılmak için kendilerini dayatacaklardır. O an geldiğinde kayıtsız kalmak zaten mümkün olamayacak.
- Son olarak belirtmek istediğiniz bir şey var mı?
Böylesi zorlu bir süreçte umudunu kaybetmemiş, yüreğini güneşle ısıtan herkese selam ve sevgilerimi yolluyor, direnç diliyorum. Sizlere de çalışmalarınızda başarılar diliyor, teşekkür ediyorum.
Dicle Müftüoğlu - dihaber