DİYARBAKIR - Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünün konuşulup tartışıldığı 2009 yılında “KCK” adı altında Diyarbakır’da başlatılan daha sonra Türkiye’nin birçok kentinde siyaset yürüten Kürtlere yönelik “Cadı avı”na dönen operasyonun üzerinden 8 yıl geçti.
Cumhuriyetin tarihinden bu yana Kürt siyasetinin toplu olarak yargılandığı en büyük dava olan “KCK Ana Davası” Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünün tartışıldığı 2009 yılında yapılan operasyonlarla başladı. Şubat 2007’de polise yapılan ‘ihbar’ ile başlatılan KCK soruşturması 2 yıl boyunca kapatılan Demokratik Toplum Partisi’nin üye ve yöneticilerinin yaptığı bütün siyasi faaliyetleri illegal olarak gösterilerek ceza soruşturması hedefi haline getirildi. Operasyonlardan önce Demokratik Toplum Partisi (DTP), 27 Mart 2009 yerel seçimlerinde büyük başarı kazanması ardından PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla KCK’nin 13 Nisan 2009’da geçerli olmak üzere 1 Haziran’a kadar tek taraflı ateşkes ilan etti. Bu açıklamanın ardından AK Parti Hükümeti, Kürt sorununun çözümü için “Kürt açılımı/demokratik açılım” adı altında bir proje başlattığını duyurdu. Ateşkes devreye girdikten bir gün sonra 14 Nisan 2009’da “KCK” adı altında Diyarbakır merkezli başlatılan operasyonlarda “KCK/ Türkiye Meclisi (TM) yöneticisi” oldukları iddia edilen 72 siyasetçi gözaltına alındı. Kapatılan DTP’nin 3 eş genel başkan yardımcısının da bulunduğu 52 Kürt siyasetçi tutuklandı.
ATEŞKES YÜRÜRLÜĞE GİRDİKTEN SONRA DÜĞMEYE BASILDI
Bütün gelişmelere rağmen “KCK”nin tek taraflı olarak 1 Haziran’a kadar ilan ettiği ateşkesi, 1 Eylül 2009’a kadar uzatma kararını almasının ardından “KCK” operasyonlarının ikinci dalgası için düğmeye basıldı. Diyarbakır merkezli 11 ve 17 Haziran’da başlatılan operasyonlarda DTP’li yöneticiler ile seçilmişlerin de aralarında bulunduğu 18 kişi tutuklandı. Tüm gelişmelere rağmen “KCK”, 15 Temmuz’da süresi dolan ateşkesi 1 Eylül’e kadar erteledi. Hükümet adına sürecin koordinatörlüğünü yürüten dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay, “açılım sürecinin” olumlu gittiği yönünde açıklamalar yaptı. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “KCK” operasyonlarıyla üye ve yöneticileri tutuklanan DTP’nin Eş Genel Başkanı Ahmet Türk ile 5 Ağustos 2009’da görüştü. Ardından PKK Lideri Abdullah Öcalan, Kürt sorununun çözümünü 10 temel ilke başlığında topladığı 156 sayfalık “Yol Haritası”nı 15 Ağustos’ta devlete sundu. KCK’nin ateşkesi 1 Eylül’e kadar uzatma kararı almasından sonra 11 Eylül’de “KCK” operasyonunun 3’üncü dalgası başlatıldı. Operasyonda belediye başkanları ve il genel meclisi üyelerinin de aralarında bulunduğu 19 kişi gözaltına alınırken, 10’u tutuklandı.
KÜRTLERİN ÇÖZÜM ADIMINA OPERASYONLARLA CEVAP VERİLDİ
Kürt siyasetçilere yönelik gözaltı ve tutuklama operasyonları, AK Parti’nin “Kürt açılımı/demokratik açılım” adı altında projeye olan güvensizliği ve samimiyetini sorgulanmasını da beraberinde getirdi. Öcalan tıkanan bu sürecinin önünün açılması için yaptığı çağrı üzerine 19 Ekim 2009’da Kandil’den ve Maxmur Mülteci Kampı'ndan 4'ü çocuk 34 kişiden oluşan Barış ve Demokratik Çözüm Grubu, Silopi'deki Habur Sınır Kapısı'ndan Türkiye'ye giriş yaptı. “Habur süreci” olarak adlandırılan gelişmeyi ilk önce olumlu karşılayan hükümet, daha sonra bu tavrını değiştirdi. Avrupa’daki Barış Grubu, Türkiye’ye gelmezken Habur’dan Türkiye’ye giren barış grubu üyeleri ise tutuklanarak, ağır cezalara çarptırıldı. “KCK” adı altında 25 Aralık’ta 9 ilde yapılan operasyonun son dalgasında gözaltına alınan 76 Kürt siyasetçiden aralarında DTK Eş Başkanı Hatip Dicle’nin de bulunduğu 23 isim tutuklandı. Bu operasyonda gözaltına alınan siyasetçilerin Diyarbakır Adliyesi'ne getirilip tek sıra halinde dizilerek, elleri kelepçeli bir şekilde fotoğraflarının çekilmesi tartışmalara neden oldu. Bu fotoğraf karesi davanın sembolü haline geldi. Operasyonlar sonucunda eş genel başkanlar, milletvekili, belediye eşbaşkanları, meclis üyeleri, siyasetçiler, insan hakları savunucuları, gazeteci ve aydınların bulunduğu 102 kişinin tutuklandı.
KÜRT DİLİNİN TANINMAMASI DAVAYI TIKATTI
Davanın, 7 bin 578 sayfalık iddianamesi, Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü TEM Şube Müdürlüğündeki özel odada hazırlandı. Özel Yetkili Diyarbakır 6’ncı Ağır Ceza Diyarbakır’da 18 Ekim 2010 tarihinde başlayan davada, Kürt siyasetçiler, Kürtçe savunma talebinin kabul edilmemesi nedeniyle 28 ay boyunca savunma yapmadı. Davanın başlangıcında mahkeme heyeti, sanıkların Kürtçe savunma talebini önce, "Bilinmeyen bir dil", ardından "Mahkemenin anlamadığı bir dil", daha sonra "Kürtçe olduğu tahmin edilen bir dil" diye tutanaklara geçirdi. Başka soruşturma tutuklanan ve haklarında dava açılan Kürt siyasetçilerin davalarının birleştirilmesiyle sanık sayısı 191’e yükseldi. Cezaevlerindeki açlık grevi sonrası başlayan “Çözüm süreci” ile birlikte çoğu 5 yıl tutuklu olan Kürt siyasetçiler tahliye edildi. 8 yıl süren davanın yargılaması iki mahkemede yapıldı. Ayrılan dosyalarla dava yargılanan Kürt siyasetçi sayısı 154’e kadar düştü. Davada ifade tutanakları, mahkeme kararları, telefon ve ortam dinlemeleri, gizli tanık ifadeleri, bilirkişi raporları, savunmalar, iddianame oluşan ve her biri 400 sayfadan oluşan 850 klasörden oluşan 340 bin sayfa belgeden oluşuyordu. Davada yargılanan Kürt siyasetçilerin avukatlarının, uzun tutukluluk ve seçme ve seçilme hakkını ihlalini gerekçe göstererek Anayasa Mahkemesi ve AİHM’e yaptığı başvuru sonuçlanmış değil. Dava süresince, Fadile Bayram, Mehmet Abbasoğlu, Seve Demir ve İlhan Diken yaşamını yitirdi.
FIRAT’IN DOĞU YAKASINDAKİ DAVALAR DÜŞÜRÜLMEDİ
“KCK” adı altında yapılan operasyonların Gülen cemaatinin Kürt siyasetçilere yönelik bir “kumpas”ı olduğu davanın başından bu yana sık sık dile getirildi. Darbe girişimi ardından Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın "FETÖ/PDY" ile ilgili hazırladığı, Ankara 4’üncü Ağır Ceza Mahkemesi'nin kabul edilen "Çatı İddianamesi"nde ve HSYK’nin ihraç kararlarında, Balyoz, Ergenekon, Oda TV, Poyrazköy, Askeri Casusluk davalarında olduğu KCK davalarının hukuki bir işlem değil bir kumpas olduğu belirtildi. İddianamede, Gülen'in Kürt hareketi hakkında söylediği şu sözler, "KCK" adı altında Kürt siyasetçilere yapılan operasyonların gerekçesini açıklar nitelikte: "KCK çok tehlikeli hatta PKK'dan daha tehlikelidir. Bunlar ateist kimselerdir…” Davanın soruşturmasını yürüten, iddianamesini hazırlayan, Kürt siyasetçileri tutuklayan, mahkemede yargılamasını yapan, davanın mütalaasını hazırlayan 9’u savcı ve 12’si hâkim olmak üzere 21 kişi Gülen hareketiyle ilişkileri olduğu gerekçesiyle bazıları ihraç edilirken, bazıları ise tutuklandı. Bütün gelişmelere rağmen yargı ve emniyetteki cemaat üyeleri Fırat’ın batı yakasında yaptığı operasyonlar “kumpas” olduğu gerekçesiyle düşürülürken, Fırat’ın doğu yakasındaki davalar ise devam ettirilerek ağır cezalar verildi. 8 yıl devam eden davada 28 Mart günü çıkan kararda, 99 siyasetçiye 1 yıl 3 aydan 21 yıla kadar değişen hapis cezaları verildi, 55 kişi beraat etti. Mahkeme toplamda Kürt siyasetçilere bin 109 yıl 10 ay 22 gün hapis cezası verdi. Savcı, 93 Kürt siyasetçisine verilen cezayı az bularak itiraz etti.
Davanın başından beri takip eden deneyimli hukukçular Mehmet Emin Aktar, Mesut Beştaş ve Reyhan Yalçındağ “KCK” adı altında yapılan operasyonları değerlendirdi.
KÜRTLER SÖZ KONUSU OLDUĞUNDA...
Kürtler en ufak siyasal kazanım elde ettiği anda özel mahkemeler aracılığıyla başlarına balyoz gibi duran bir yargı gerçekliğiyle karşı karşıya olduklarını vurgulayan Yalçındağ, “Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürtler bir kazanım elde ettiğinde yargı Demokles’in kılıcı gibi başlarının üzerinde sallanmaya devam ediyor. Çünkü mevcut iktidarlar kendisine bağlı olan istediği dışına çıkmayan Kürdü tercih ediyor. 2009 yılındaki DTP’nin yerel seçim başarısının hemen ardından müvekkillerimizin aynı anda birçok ilde gözaltına alınıp Diyarbakır’a getirilmesi asla tesadüf değil. KCK operasyonları, bu seçim sonucunu doğru okumak, Kürt sorununun barışçıl şekilde çözmek yerine; böylesi klasik, geleneksel devlet bakış açısıyla imha ve inkâr ret politikasıyla Kürt siyasetini elimine etmeye yönelik bir süreçti. Kürt temsilcileri, siyasetçilerini cezaevine konularak aslında ‘her ne kadar seçimlerde güçlü bir çıkış yapmış olsanız da Kürt halkının iradesini ve temsilcilerini tanımıyoruz’ denildi” diye kaydetti.
Davanın soruşturmasında “hukuk katliamı” yaşandığını, Kürt siyasetçilerin korku filmindeki “eli kanlı” insanlar gibi kamuoyuna gösterilerek algı yaratılmaya çalışıldığına dikkat çeken Yalçındağ, “ Bu dönemde Kürt siyasetçilerinin elleri kelepçeli şekilde sıraya dizilerek fotoğraflarının çekilmesi Kürt halkının aklında mıh gibi asılı kaldı” diye kaydetti.
Başından beri bu davanın “kumpas” olduğunu söylediklerini, bunun 15 Temmuz ardından bütün gerçekliğiyle ortaya çıktığını ifade eden Yalçındağ, “Kürtler söz konusu olduğunda iki ayakta yürüyen bir hukuk sürecine tanıklık ettik. Kürtler söz konusu olduğunda aynı kumpas aynı zihniyet devam ettirilerek pul dökülmüş hukuk rezaletini Kürtler için ‘hukuki’ durum, delil olarak değerlendirildi” diye kaydetti.
‘TÜRKİYE SİYASİ TARİHİNDEKİ EN BÜYÜK SİYASİ OPERASYON’
“KCK” adı altında başlatılan binlerce Kürt siyasetçinin tutuklandığı operasyonların ardından değişen tek şeyin giderek olumsuzluğa doğru giden bir gidiş olduğuna işaret eden Mesut Beştaş ise “O süreçte sadece siyasi faaliyet yürütenler ‘KCK’ kapsamında görülürken, bu durum halk açısından giderek daha derine ve tabana inen bir operasyonlar dizisiyle karşı karşıya kaldık. KCK operasyonu, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ve 21. yy. içinde gerçekleşmiş en büyük siyasi operasyondur. Bu operasyon Kürtlerin siyasal yaşantısına yapılan ilk müdahale değil. Bu operasyon, Osmanlı Devletinin son dönemlerinde başlayan Cumhuriyetinin kuruluşuyla devam eden Kürt politikasının bir devamı olarak değerlendirdiğimizde, Kürtlerin siyasetine yönelik bir operasyondur. Bu yargılamalar sırasında hukuken şunu gördük. Bu soruşturma ve kovuşturmasını yürütenler paralel devlet üyesi oldukları iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklandı. Ama şunu gördük söz konusu olan Kürtlerin siyasal yaşamı ve talepleri olduğunda paralel ya da dikey olmasına bakılmaksızın gerek yargı gerekse de idari anlamda Kürtlere bakış açısı aynılaşıyor. Hakim ve savcıların suç işleyerek düzenledikleri kabul edilen belgeler KCK dosyasında kabul edildi. Türk yargısını bir cümle ile ifade etmek gerekirse şunu söylemek mümkün. Bir ‘yasadışı silahlı örgüt’ olarak ifade edilen paralel yapının örgütsel faaliyetleri, KCK dosyasında Kürt siyasetçilerine ve aydınlarına karşı cezalandırılmanın delili olarak kabul edildi. Bu açıdan Kürtler hakkında açılan soruşturma ve kovuşturmaların ne şekilde yapıldığına bakılmaksızın asıl meselenin Kürtlerin ne şekilde temsiliyetsiz ve bertaraf edilmesi olduğu anlaşılıyor” diye belirtti.
BU DAVANIN GARİP BİR İRONİSİ!
Deneyimli hukukçu Mehmet Emin Aktar da, Türk yargısının Kürtlere bakış açısında 1925’te "şaki" veya "eşkıya" denilen Kürtler, 2000’li yıllara geldiğinde “terörist” ifadesini almaya başladığını söyleyerek tanımladı. Aktar, “KCK davalarının altındaki asıl gizli mantık; Kürtlerin legal siyaset yapmasının önüne geçmek illegaliteye mahkûm etmek. Mümkünse Kürtleri yaşadığı olarak göstermenin yanında onları gayrı meşru olarak dünyaya tanıtmak. Çünkü Kürtler illegal olarak kalırlarsa yapılabilecek her türlü olumsuz eylem ve olaylar Kürtlere mal edilebilecek, Kürtler dünyaya ‘terörist’ olarak daha rahat lanse edilebilecek. Mantık buydu. Kürtler legalleştiğinde demokratik ve legal siyaset alanlarını kullanarak yönetime talip olduklarında artık bütün dünyada, Kürtlerin verdiği mücadelenin gayrı meşru olduğuna dair tek bir iddia ileri sürülemeyecek ve bu devleti zor durumda bırakacaktı. Devlet bunu başından beri istemiyordu. Bu soruşturma ve operasyonda Kürt siyasetinin legalleşme hamlesine yönelik bir operasyon olduğunu söylemiştik. Bunu istemeyen devlet ya da devlet içindeki güçler Kürtlerin legalleşmesini engellemek için legal ve sivil alanda mücadele eden insanları ceza tehdidiyle karşı karşıya bırakıyor. Özgürlüğünden yoksun bırakıyor. Bunu her yerde söylüyorum. Bu dava da trajikomik bir durumdur aslında. Burada ifade edeyim. KCK davasında birçok kişi ‘silahlı örgüt üyesi olmak’ ve ‘yöneticilik’ yapmaktan ceza aldı. Bütün dosya açısından bakıldığında yargılananlardan sadece birinde bir silah vardı. Silahı yakalatan da ‘Silahlı örgüt üyeliği’nden beraat etti. Sadece yakalattığı silahtan ceza aldı. Bu davada ‘silahlı örgüt üyeliği’ ve ‘Silahlı örgüt yöneticiliği’nden ceza alanların hiçbirinde silah yoktu. Bu da bu dosyanın garip bir ironisi, bize de böyle bir sonuç çıkardı ortaya” ifadesini kullandı.
Deniz Tekin / Lezgin Akdeniz - dihaber