Öcalan'ın avukatı Emekçi: İmralı'da yasalar nüfuz etmiyor

İSTANBUL - İmralı Cezaevi kurulduğu günden bu yana kamuoyunun yakından tanıdığı isimlerin tutulduğu yer oldu. 15 Şubat 1999’dan bu yana da PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın tutulduğu İmralı Cezaevi’nde özel bir hukuk devreye konulurken, Öcalan'ın avukatı Emran Emekçi bunu “İmralı işkence sistemi” olarak tanımlıyor.

İmralı Cezaevi, Türkiye’de sürekli kendine özgü uygulamaları ile gündemdeki yerini korudu. Ünlü Kürt yönetmen Yılmaz Güney ve çok sayıda aydın bu cezaevinde yattı. Yine Yassıada yargılamaları sonunda idam cezasına çarptırılan Demokrat Parti dönemi Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın cezaları İmralı Adası’nda infaz edildi. 1935 yılından bu yana Türkiye’nin gündeminde olan İmralı Adası, 15 Şubat 1999’dan bu yana ise dünya gündeminde. Uluslararası güçlerin desteği ile PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiği 15 Şubat 1999’dan bu yana İmralı Cezaevi’nde özel bir hukuk devreye konulurken, hukukçular ve siyasetçiler bunu “İmralı işkence sistemi” olarak tanımlıyor.

PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarından Emran Emekçi, İmralı sistemine dair dihaber’in sorularını yanıtladı.

* Öcalan'ın avukatı olarak İmralı Cezaevi'ni nasıl tanımlıyorsunuz?

2004 yılından bu yana Sayın Öcalan’ın avukatlığını yapıyorum; ama bu deneyimin bana gösterdiği şey, bugüne kadar hukuk adına öğrendiğim her şeyin Öcalan söz konusu olduğunda geçersiz olmasıydı. Bu süreçte net biçimde anladığım şey, İmralı Cezaevi'ne hukuk ve yasaların nüfuz etmediğiydi. Bu durum karşısında İmralı gerçeğini ifade eden kavram ne olabilir diye düşündüğümde en doğru kavramın ‘İmralı işkence sistemi’ olacağı sonucuna varacaktım.

* Neden İmralı işkence sistemi?

Nedeni bu sistemin Öcalan’ın özgürlük iradesini kırma esasına dayalı olarak kurulması ve yönetilmesidir. Çünkü Öcalan kapitalist modernitenin etkisine ve denetimine girecek bir kişilik olmadığından hedef seçilmiştir. ABD, İngiltere ve İsrail daha 1990’larda bunu tespit etmişlerdi. Öcalan özgüce dayalı özgürlükçü ve bağımsızlıkçı kişiliğiyle daha başından beri onlardan bağımsız davranması gerektiğine inanıyor, kendisini ve liderliğini yaptığı özgürlük hareketini bunlara kullandırtmıyor, halkını da onların etkisinden koruyordu. Bu da onların işine gelmiyor, onlar için tehlike oluşturuyordu. Çünkü Öcalan onların yıllardır Kürtlere biçtiği piyon rolünü ters yüz ediyor, özgür Kürt bireyi ve toplumunu açığa çıkarıyor, giderek onu Ortadoğu’da aktör haline getiriyordu. Kontrol altına girmeyen bu bağımsızlıkçı ve özgürlükçü demokratik gelişme onların Ortadoğu politikalarını işlemez kılıyor, oyunlarını, planlarını alt üst ediyordu. Öcalan onlar için oyunbozan biriydi, denetim altına girmiyor, özgürlükçü ve bağımsızlıkçı çizgisinden vazgeçmiyordu. O nedenle korsanca kaçırarak ‘kontrol altına alma ve özgürlük iradesini kırma’ esasına dayalı İmralı işkence sistemini devreye koyacaklardı. Burada Öcalan’ın dayanma gücü ve iradesi test edilecekti.

* Korsanca kaçırma dediniz, nasıl?

Öcalan onların kontrollerini veya politikalarına gelmeyi kabul etmiyordu. Öcalan daha Şam’dayken bir ABD yetkilisi, onu kendi Büyük Ortadoğu Projesi’ne gelmesi yönünde son kez uyaracaktı. Öcalan buna ‘Ben halklar lehine çizgi sahibi bir ilke adamıyım; halkların binlerce yıllık özgürlük ve eşitlik ütopyasını temsil ediyorum. Biz özgürlük savaşçısıyız, başkalarının savaşçısı olmayız’ yanıtını verdiği için ABD’nin Suriye’ye bilinen o büyük askeri ve diplomatik baskısı gündeme gelecekti. Bu baskılara dayanamayan Suriye, Öcalan’a ‘Durma git’ diyecek ve Öcalan 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkmak zorunda kalacaktı. Suriye’den çıkışta önünde iki yol vardı. Dağ yolu, Avrupa yolu. Dağ yolu savaşın tırmanması anlamına gelecekti. Öcalan bunun yerine 1993’ten beridir sürdürdüğü Kürt sorununu demokratik yoldan çözme politikasına uluslararası destek sağlamak için Avrupa’ya gitmeyi tercih edecekti. Ancak Avrupa beklenen diplomatik desteği vermeyecek, aksine Öcalan’a iltica hakkı tanımayarak, havaalanlarını kendisine kapatarak Kenya’ya kaçırılmasının yolunu açacaktı. Bu yüzden en son vardığı Yunanistan’da iltica talebi olmasına rağmen ABD-Yunan hükümetinin gizli işbirliğiyle Korfu’da zorla alıkonacak ve burada geceleyin getirilen mürettebatı İngilizce konuşan CIA’ye ait olma ihtimali yüksek, kaydı olmayan gizli bir uçakla 2 Şubat 1999’da Kenya’ya kaçırılacaktı.

Kenya zaten ABD’nin denetiminde bir ülkeydi, kendi deyimleriyle Öcalan buraya varır varmaz ‘paketlenmişti!’ Gerisi bu ‘paketi’ teslim etme/alma mekanizmasının harekete geçirilmesi olacaktı. Bunun ilk adımı 4 Şubat 1999’da Türkiye’ye gelen dört kişilik CIA heyeti ile MİT arasında gerçekleştirilen gizli protokol olacaktı. Buna göre aynı gün İmralı Cezaevi boşaltılarak tek tutuklusu Öcalan olacak şekilde yeniden inşasına başlanacak ve ‘paketi’ teslim alacak gizli Türk uçağı ve mürettebatı da hazır hale getirilecekti. İkinci adımı ABD ile işbirliği içindeki Yunan hükümeti üzerinden Öcalan’ı ‘Hollanda’ya götüreceğiz’ sahte güvenceyle elçilik bahçesine çıkmaya ikna etmek olacaktı. Üçüncü adımla da Öcalan elçilik bahçesine çıkar, çıkmaz burada park etmiş ve ABD tarafından önceden rüşvetle ayarlanmış Kenyalı polislerce zorla kendi araçlarına bindirilerek kaçırılacak ve 15 Şubat 1999 günü akşamı Nairobi Havaalanında bekleyen gizli Türk uçağına teslim edilecekti. Uçak önce Mısır’a, ardından Kıbrıs’a inecekti. Buradan da bir gemiye bindirilen Öcalan, 16 Şubat 1999 günü İmralı Cezaevi'ne konulacaktı.

* Kuruluşu hukuksuz ise yönetimi de hukuksuz mu?

Evet, resmiyette Türkiye yönetimine bağlı gibi görünse de gizli anlaşmaya dayanarak ABD’ye bağlıdır. ABD, 4 Şubat 1999 tarihli CIA-MİT gizli anlaşması temelinde Öcalan’ın korsanca kaçırılışında tutalım İmralı Cezaevi'nin kuruluşuna, yönetimine ve uygulanan politikaya kadar esas belirleyici güçtür. ABD’nin bu tarz gizli anlaşmalara birçok yerde benzer korsanca insan kaçırma, ‘uçan’ ve ‘yüzen’ cezaevleri kurduğu ve yönettiği sonradan Dick Marty’nin Temmuz 2006 raporuyla da kanıtlanmıştır. Avrupa Konseyi bu nedenle ABD’yi kınanmış, Türkiye’yi de ABD ile bu türden hukuk dışı gizli işbirliği içinde olması nedeniyle uyarmıştır.

Guantanamo tarzı cezaevleri olarak adlandırılan bu tarz cezaevlerinde uluslararası hukuk ve yasaların nüfuz etmediği, tamamen ABD’nin politikalarına göre şekillenen keyfi, özünde ‘işkenceyle siyasi muhalifinin iradesini kırma ve kendi politikasına çekme’ esasına göre yönetildiği biliniyor. İmralı’nın bu tarz cezaevlerinin ilki olduğu, bırakalım Avrupa hukuku ve Türkiye yasalarını, başından beri cezaevi yönetmeliğinin bile uygulanmadığı, süreç boyunca Öcalan’ın dayanma gücünün test edildiği, özellikle bilinçli şekilde sağlığını bozan olumsuz cezaevi koşulları altına tutulduğu, beraberinde tecrit ve baskılarla özgürlük iradesinin kırılarak ABD politikalarına gelmeye zorlandığı ortaya çıkmıştır. Bu temelde İmralı işkence sistemi hukuk ve yasalara göre değil, ABD’nin Öcalan ve Kürt sorununun geneli konusunda belirlediği tasfiye politikalarına göre yönetilmektedir.

* Türkiye bunun neresinde yer alıyor?

Türkiye sadece bu politikaların İmralı özgülüne uygulanmasının bekçilik ve gardiyanlığını yapmaktadır. Hatta gerektiğinde mevzuatını da bu duruma uyarlamaktan çekinmemiştir. Türkiye 2005 yılına dek kendi mevcut yasalarına aykırı olduğunu bile bile fiilen sürdürdüğü bu işkence rejimine gelen tepkiler nedeniyle bir ikilemle karşı karşıya kalmıştır. Ya bu işkence rejiminden vazgeçerek herkes gibi Öcalan’a da kendi normal yasalarını uygulayacaktı ya da yasalarını Öcalan’a özgü fiili işkence rejimine göre değiştirme yoluna gidecekti! Tercihini ikinci yönde kullanacaktı. Bu temelde 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe konulan ve kamuoyunda ‘Öcalan Yasaları’ da denilen düzenlemelerle Türkiye mevzuatına ilk kez ‘Ağırlaştırılmış Yüksek Güvenlikli İnfaz Rejimi’ adı altında o güne kadar Öcalan’a fiilen uygulanan bu rejime ‘yasa’ kılıfı giydirilecekti. Ancak bu ‘yasa’ örtüsü de Öcalan’a özgü işkence rejimini gizlemeye yetmeyecekti. Nihayetinde AİHM, 18 Mart 2014 tarihli kararıyla Öcalan’a özgü İmralı Cezaevi uygulamalarının işkence ve kötü muamele olduğuna hükmedecekti. Böylece İmralı Cezaevi’nin Öcalan’a özgü bir işkence sistemi olduğu resmen ve hukuken de kanıtlanmış oluyordu.

* AİHM kararı 'Öcalan'a özgü İmralı rejiminin bir işkence olduğunu kanıtlıyor' dediniz ama daha önce kaçırmayı onaylamamış mıydı?

Evet, AB başlangıçta, ABD politikalarının uygulanmasına Öcalan’a havaalanlarını kapatma, iltica hakkı tanımayarak onu sınırları dışına çıkmaya zorlama ve Kenya’ya sürüklenmesine yol açma şeklinde katkı sunarken, devam eden yıllarda da CPT raporları ve AİHM kararları üzerinden yaklaşımını ortaya koymuştur. Esas önemli nokta AİHM’in Öcalan’ın korsanca kaçırılmasını onaylayan kararıdır. Bunu dengelemek için verdiği Öcalan’ın adil yargılanmadığı dolayısıyla yeniden yargılanması kararı da Türkiye tarafından duruşma yapılmadan ve Öcalan’ın savunması alınmadan dosya üzerinden kapatılmış, Avrupa Konseyi de bu durumu olduğu gibi onaylamıştır. Geriye Öcalan’ın içinde tutulduğu cezaevi koşullarının kısmen iyileştirilmesine ilişkin CPT raporları ve son AİHM kararıyla ortaya konulan tavsiyeleri kalacaktı ki, Türkiye bu tavsiyeleri de yerine getirmemiştir. Böylece hukuki süreç göstermelik olmaktan öteye gitmemiştir.

* Hukuki süreç göstermelik olmaktan öteye geçmediğine göre İmralı sistemi hangi politikaya dayanıyor?

Evet, İmralı işkence sistemi, hukuk ve yasalardan ziyade ABD’nin Öcalan ve Kürt sorununun geneli konusunda belirlediği tasfiye politikalarının İmralı Cezaevi özgülüne uygulanmasını ifade etmektedir. Öcalan’a göre bu politikalar sistemlidir. Sadece Türk cezaevi politikaları olarak yaklaşım göstermek önemli yanılgılara yol açar. Uygulananlar da herhangi bir politika değildir. En incelmiş politikalar ile stratejiler büyük oranda el altından ABD, Türkiye ve AB ilişkileri bağlamında kapsamlı ve birleşik olarak yürütülmüştür.

Türk devleti, geniş ekonomik tavizlerle Türkiye’deki özgürlük ve demokrasi çizgisini tasfiye etme karşılığında Irak’taki milliyetçi Kürt ulus-devlet oluşumunu şartlı bir destekleme tutumunda ısrarlıdır. Bu konularda çok yoğun görüşmelerin yapıldığı her gün daha çok açığa çıkmıştır. Zaten ABD ile bu taviz ve uzlaşmalar açıktan yürütülmüştür. Bu uzlaşmalardan en önemlisi, Öcalan’ın kaçırılarak İmralı Cezaevi’ne konulması, adil yargılanma hakkı tanınmadan yargısız infaz altında tutulması ve Türkiye’deki Kürt özgürlük hareketinin tasfiyesi olmaktadır. Bunun İmralı özgülüne uygulanması ise; Öcalan’ı bir adada tek kişilik hücrede ağır cezaevi koşulları altında tutarak fiziki ve ruhsal sağlığını bozma, dayanma gücü ve iradesini kırma, tecrit ve baskılarla da özgürlük çizgisinden vazgeçmeye zorlama tarzında olacaktı. Ada cezaevi tercihi zaten bunun ilk adımıydı.

Yasin Kobulan - dihaber