İSTANBUL - İHD Eş Genel Başkan Yardımcısı Avukat Gülseren Yoleri, Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren kaybetme suçunun işlendiğini belirterek, "Mahkemeler bazı kişileri susturarak bazılarını da beraat ettirerek gerçeklerin ortaya çıkmasının önü almaya çalışıyor. Cezasızlık dediğimiz zaman işin içine mahkemeler, idareler giriyor" dedi.
17-31 Mayıs Uluslararası Gözaltında Kayıplara Karşı Mücadele Haftası'nda 22 yıllık mücadelesini geride bırakan Cumartesi Anneleri'nin bugüne kadar adalet talep ettiği birçok dosya zaman aşımına uğradı. İnsan Hakları Derneği Eş Genel Başkan Yardımcısı Avukat Gülseren Yoleri, kayıp dosyalarına ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
‘CUMHURİYET'TEN BU YANA GÖZALTINDA KAYIPLAR VAR’
Yoleri, Türkiye'de kayıplarla ilgili çalışmaya başladıklarında Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren Türkiye'de kaybetme suçunun işlenmeye başladığını fark ettiklerini belirtti. O dönem örneklerin çok fazla olmadığını ve ilk örneklerden birinin Salih Bozışık olduğunu kaydeden Yoleri, ondan sonra yazar Sabahattin Ali vakasının ortaya çıktığını söyledi. Daha sonra yoğun olmamakla birlikte bu tür kaybetme olayları ile karşılaştıklarını vurgulayan Yoleri, İHD olarak 1980 darbe sonrası 11 kişi tespit etiklerini ve 1990’larda ise bu gözaltında kaybedilmelerin çok daha yoğunlaştığını ifade etti. 80’lerde gözaltında kaybedilmeye karşı bir mücadele başladığını kaydeden Yoleri, 95’te bu mücadelenin Hasan Ocak ile daha da hareketlendiğini ve daha sonra Cumartesi Anneleri'ne evirildiğini dile getirdi. Gözaltında kaybedilen Hasan Ocak ile Rıdvan Karakoç’u arama mücadelesini anlatan Yoleri, “Hasan’ın ve Rıdvan’ın bulunması aslında diğer ailelere çok ciddi bir umut oldu" dedi.
'ŞUAN 1500 İLE 2000 ARASINDA GÖZALTINDA KAYIP VAR'
Cumartesi Anneleri’nin mücadelesinin siyasi infazları durdurduğunu ifade eden Yoleri, şunları aktardı: “İHD olarak o tarihlerde el bildirisi basıp dağıtıyorduk. Herkese şu ulaşıyordu. Eğer gözaltına alınırsanız ne yapmanız lazım? Böyle bir bildiri vardı. Orda gözaltına alınırsanız isminizi bağıracaksınız yüksek sesle. 2- haber verilmesini istediğiniz bir yer varsa onu bağıracaksınız. Mesela İHD’ye haber verin diye bağıracaksınız. 3- Başka bir özelliğiniz varsa o özelliğinizi söyleyeceksiniz ve etrafınızdaki insanlarda birileri belki bunu ihbar edecekler. Nitekim biz pek çok gözaltına alma girişimini böyle engelledik. Toplumda gerçekten bir duyarlılık oluştu. Neredeyse haftada birkaç kez derneğe telefon gelirdi, 'Ben otobüsteydim yada duraktaydım bir kişiyi gözaltına aldılar. O kişi bağırdı. İsmi şudur.' Gözaltına alanları tarif ettiler. Hangi araçlarla o kişileri götürüyorlar tespit edebildikleri bütün bilgileri bize aktardılar. Biz hemen emniyete, valiliğe ve bakanlıklara yazılar yazdık. Bunu öğrendik ve 'Bunu durdurun' dedik. Nitekim pek çok olay bu şekilde engellenmiş oldu. Bir anlamda suçüstü yapmış olduk toplum ve bizim çabalarımızla. Dolayısıyla o kişiler sağ olarak bırakıldılar.”
Kayıp sayısını tam olarak vermenin mümkün olmadığını söyleyen Yoleri, “Çünkü bir süre kayıp olan kişi bir süre sonra sağ bırakılabiliyor ya da kaybedildiği zaman aile gelip başvurmamıştır ve ilerleyen yıllarda gelip başvurmuştur. Bu nedenle bu sayı değişebiliyor ama şuan için 1500 ile 2000 arasında bir rakamdan söz etmek mümkün” diye belirti.
'ZAMANA YAYIYORLAR'
Hukuki süreçlerin de değişkenlik gösterdiğini ifade eden Yoleri, “Kimi olaylarda soruşturma hemen kapatılmış. Kimilerinde örneğin Murat Yıldız dosyasında var. Kaybeden polislere 'Göreve ihmalden' dava açmışlar. Aileye önce 'Feribottan atladı kaçtı' denildi. Sonra da bir kayıt düşmüşler 'İncelediğimiz de intihar etmiş' demişler. İki polis varmış onlara 'Görevi ihmal'den dava açmışlar. 1 lira birkaç kuruş ceza vermişler, Onu da ertelemişler ortadan kaldırmışlar. Adamların sicilinde böyle bir şey gözükmüyor bugün. Dosyayı da kapatmışlar” dedi.
Kaybedilenlerin dosyalarıyla ilgili verilen zaman aşımı kararlarına da değinen Yoleri şu değerlendirmelerde bulundu: "İstanbul'dan doğru takip ettiğimiz birkaç dosyadan size bilgi verebilirim. Bunlardan bir tanesi Hasan Gülünay dosyası. Hasan Gülünay hakkında 2001'de bir takipsizlik kararı verilmişti zamanaşımı süresi doldu diye. Sonra itiraz ettik ve kaldırıldı. Ama iki yıl sonra tekrar zaman aşımına uğrayarak takipsizlik kararı verildi. Anayasa Mahkemesi'ne götürdü avukatlar, sonrasında şimdi bu dosya AİHM’de. Maksut Tepeli dosyası da keza takipsizlik kararı verilmişti, Anayasa Mahkemesi itirazımızı ret etti ve oda AİHM’de. Rıdvan Karakoç dosyasında Hasan Ocak ile aşağı yukarı aynı tarihlerde olmasına rağmen Hasan Ocak dosyası da zamanaşımından 'Düşme kararı' verildi. Ama Rıdvan Karakoç dosyasında vermiyorlar. Yada Kenan Bilgin hakkında verdiler, oda yakın tarihli bir olay çünkü." Yoleri, dosyaların birçoğunda zaman aşımı kararı verilmemesinin iktidarın politikası olduğunu söyledi.
'UMUDUZ OLAN DOSYALARDA VAR'
Tüm bunlara rağmen yürütülen hukuki mücadelenin bir adımda başarılı olduğu dosyalar olduğuna da dikkat çeken Yoleri, Hüseyin Toraman'ın dosyasındaki hukuki süreci anlattı. "Bu dosyada da zaman aşımından 'Düşme kararı' verildi. İtiraz etik" diyen Yoleri, yaptıkları itirazda işlenen suçun insanlığa karşı bir suç olduğunun altını çizdiklerini kaydetti.
'ADLİ VAKALAR GİBİ DEĞERLENDİRİLİYOR'
Zamanaşımı kararlarında savcıların Türk Ceza Kanunu'nu yok saydığına işaret eden Yoleri, şöyle devam etti: "Çünkü Türk Ceza Kanunu'nun 77’inci maddesi insanlığa karşı suçları düzenliyor. Şimdi insanlığa karşı suçlar başlığı altında gözaltında kaybetmeyi saymamış ama Evrensl Hukukun normları bizim dahil olduğumuz bir takım topluluklar ve bir takım anlaşmalar üzerinden yorumla bunun rahatlıkla insanlığa karşı suç kategorisinde değerlendirebilir. Dolayısıyla buradan en azından zamanaşımı kuralını uygulamayabilir. Ama ne yapıyor 77. maddeyi görmüyor, yok sayıyor. Direk olarak zamanaşımı kararları veriyor."
Zamanaşımı kararında dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli olayın ise gözaltında kaybedilen kişilerin siyasi faaliyetlerinden dolayı kaybedildiğinin herkes tarafından biliniyor olması olduğunu vurgulayan Yoleri,"Yani bunlar adli vakalar değil. Dolayısıyla da bu siyasi karakterli bir olay. O yüzden de insanlığa karşı suçla ilişkisini kurmak daha mümkün ama yine de savcılar zamanaşımı süresini hesap ederken bu olayları adli bir öldürme olayı olarak değerlendiriyor" şeklinde konuştu.
'SAVCI DAVA AÇMAK MAHKEME GÖRMEK ZORUNDA KALDI'
Dosyalar davaya dönüştüğünde ise cezasızlıkla karşı karşıya kalmalarından yakınan Yoleri, "Bugüne kadarki pratik üzerinden cevap verecek olursak, maalesef yine tespit edilmiş olan sanıklar, katiller, katil oldukları bir çok kişi tarafından bilinen ve delil bulunan kişiler maalesef beraat ettirildi" dedi. Yoleri, Yoleri, JİTEM davaları olarak bilinen Cemil Temizöz gibi davalarda bu pratikle karşı karşıya kaldıklarını söyledi. O dosyalarda savcılığın dava açmak zorunda kaldığını ve mahkemenin de bu davayı görmek zorunda kaldığını vurgulayan Yoleri, "Pek çok itirafçının özellikle konu edilen suçların nasıl işlendiğine dair kimlerin bu olaylarda dahil olduklarına dair pek çok açıklamalar oldu ve tüm bunlara rağmen maalesef bu yargılanan kişiler hakkında beraat kararları verildi. Onlar bugün yine yaşamlarına geri döndüler" ifadelerinde bulundu.
'BU MÜCADELE ÇOK ANLAMLI'
Mahkemelerin bazı kişileri susturarak bazılarını da beraat ettirerek gerçeklerin ortaya çıkmasının önü almaya çalıştığını dile getiren Yoleri, şunları aktardı: "Zaman aşımı kararının sonucu cezasızlık olgusu. Cezasızlık dediğimiz zaman işin içine mahkemeler giriyor. İdareler giriyor. Gözaltında kaybedilenlerin dosyaları zaman aşımına bırakılıyor. Zamanaşımı olmadığı takdirde olaylar davaya dönüştüğünde ise bir cezasızlıkla karşı karşıya kalıyoruz. Beraat falan ediyorlar ama bu bizim mücadeleden vazgeçeceğimiz anlamına gelmez. Bu mücadele çok anlamlıdır."
'KABUL ETMEDİLER KAYITLARDA ÇIKTI'
Son olarak cezasızlığı 1984'te öldürülen Maksut Tepeli dosyası ile anlatan Yoleri, dosya ile ilgili yaşanan gelişmeleri şöyle anlattı: "Devlet 'Öldü ben onu gömdüm' diyor. Böyle bir kayıt var. Nerde ölmüş, nereye gömülmüş hiç biri belli değil. Ailede kaçak durumda. 2003 yılında geri dönüyor Türkiye’ye ve ilk başvuru o zaman yapılabiliyor. 2003’te yapılan bir başvuruda savcı soruyor 'Böyle bir iddia var. Böyle bir kişi gözaltına alındı mı?' Cevap geliyor 'Hayır.' Böyle bir kişi hakkında 'Dava var mı?' yine cevap geliyor 'Hayır.' Adli tıpa yazıyor 'Böyle bir kişi hakkında rapor tutunuz mu?' Yine cevap 'Hayır' oluyor. Nüfusa tutulmuş bir tarih var. Hastaneye yazıyorlar hastane 'Yok' diyor. Hepsi 'Yok' diyor. Tam 3 yıl boyunca bütün yazılanlara ya cevap vermemişler yada ısrarla bizde 'Kayıt yok' diyorlar. 2006 yılında birden bire hastanede kayıt ortaya çıktı. Adli Tıp Kurumu'nda kayıt çıktı. Hakkındaki soruşturmaya ilişkin kayıt ortaya çıktı. 3 yıl boyunca hastane adli tıp ve diğer savcılıklar direndi. 3 yıl boyunca bize de 'Yok' diyen bütün her yeri normalde cezalandırması gerekiyor."
Sadiye Eser - dihaber