Öcalan'ın vasisi Dinç: Öcalan İmralı’yı barış adası haline getirmek için direniyor

İSTANBUL - 27 Temmuz 2011’den bu yana avukatlarıyla görüştürülmeyen Öcalan’ın vasisi olan avukatı Mazlum Dinç, Öcalan’ın “İmralı duruşumun ana özeti ‘Demokratik dönüşüme evet tasfiyeye hayır’dır” sözlerini hatırlatarak, Öcalan’ın yine kendi ifadesiyle “İmralı’yı barış adası haline getirmek için direndiğini” söyledi.

18 yıldır İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan’dan 11 Eylül 2016’dan bu yana haber alınamıyor. Diyarbakır’da 50 kişinin başlattığı süresiz dönüşümsüz açlık grevi üzerine en son Öcalan ile görüşen kardeşi Mehmet Öcalan, İmralı’dan “Çözüm sürecini biz sonlandırmadık. Projelerimiz var ve eğer devlet samimi olsaydı bu sorun çözülürdü. Devlet hazırsa bu sorun 6 ayda çözülür” mesajını getirdi. Üzerinden 10 ay geçmesine rağmen Öcalan’ın mesajına yanıt verilmedi, tam aksine Kürt sorununda devreye konulan şiddet tırmandırıldı. Birçok kez devlet heyeti ve hükümet temsilcileriyle görüşen ve her seferinde çözüm önerileriyle masaya gelen Öcalan’ın vasisi olan avukatı Mazlum Dinç, Öcalan’ın İmralı’daki duruşunu, sorunlara yaklaşımını, çözüm projelerini ve devletin bu projelere verdiği yanıtları değerlendirdi.

* Öcalan’ın İmralı duruşu hakkında bilgi verebilir misiniz?

Öcalan İmralı konumunu ve duruşunu şu sözleriyle dile getirmiştir: “İmralı duruşumun ana özeti ‘Demokratik dönüşüme evet tasfiyeye hayır’dır. Hatta bu duruşum İmralı öncesine 1993’lere kadar gitmektedir. Bu çabalarımı İmralı’da da sürdürecektir. Ancak bu çabalarıma karşı uygulamaya konulan İmralı rejiminin iyi anlaşılması gerekiyor. İmralı rejimi benimle ilgili değil, Kürt halkının özgürlüğünün tasfiyesi ile ilgilidir. Ben Kürt halkının özgürlüğü için buradayım. Biliyorsunuz, tarihte de imparatorluklar döneminde de buraya liderler, imparatorlar, yine başbakanlar getirildi; onlar buraya ölmek üzere gönderildiler. Zaten iklimi onları öldürmeye uygundur, bunun için ölüme terk edilmişler. Gerekirse ben de ölürüm, ölüm benim için sorun değil; ama önemli olan Kürt halkının özgürlüğü ve özgürlük iradesidir, bu iradeyi koruyorum ve bunu demokratik çözüm ve barışla sonuçlandırmak ve İmralı Adası’nı barış adası haline getirmek için direniyorum.”

Aslında ABD ve Avrupa Birliği (AB) Öcalan daha Roma’dayken bu çabalara destek vermiş olsaydı Türkiye’nin demokratik çözüme gelmesi zor olmayacaktı. Ancak tersine ABD, Yunanistan başta olmak üzere kendileriyle işbirliği içindeki AB devletleriyle birlikte Öcalan’a hava sahalarını kapatma, iltica hakkı tanıyarak Kenya’ya kaçırılmasına, oradan Türkiye’ye teslimine yol açacaklardı. Öcalan demokratik çözüm ve barış çabalarını İmralı koşullarında da sürdürecekti.

* Öcalan’ın İmralı koşullarında yürüttüğü barış çabalarından söz edebilir misiniz?

Öcalan 1999 İmralı yargılamasında da demokratik çözüm ve barış savunması yapmıştır. Bununla birlikte idam kararına rağmen kendi inisiyatifiyle başlattığı ve adına ‘Büyük Barış Çabası’ dediği süreci büyük fedakârlıkla sürdürecek; tek taraflı silahlı güçleri sınır dışına çekecek, iki barış grubunu Türkiye’ye getirecek, yasal düzenleme halinde tüm güçlerini silahsızlandırarak demokratik cumhuriyete dâhil edeceğini deklere edecekti. Ancak sorunun çözüm için gereken yasal düzenlemenin çıkarılmasına izin verilmedi. İçeride MHP üzerinden engellenen yasal düzenleme, dışarıda İngiltere’nin bu süreçte demokratik barış hattına çekilmiş PKK’yi açıkça yasaklama yoluna gitmesiyle paralel gelişti. Ardından ABD 11 Eylül 2001 saldırısını bahane ederek geliştirdikleri terör konseptine ve listesine PKK’yi de dâhil etti, AB de 2002 yılında buna paralel şekilde PKK’yi terör listesine aldı. İlginç olan savaş döneminde terörist saymadıkları PKK’yi, sınırların dışına çekilmiş, programını değiştirmiş, yasal düzenleme halinde silahlarını bırakmaya ve demokratik cumhuriyete katılmaya hazırlandığı dönemde, yani barış sürecinde terör listesine almalarıydı! Bununla açıkça PKK’yi demokratik çözümden vazgeçmeye ve savaşmaya tahrik ediyorlardı.

* ABD ve AB neden böyle davranıyordu? Neden demokratik çözüm ve barış hattına çekilmiş PKK’yi ısrarla terörize etmeye çalışıyordu?

PKK’nin El Kaide gibi bunlara karşı hiçbir terör eylemi olmamasına ve silahları susturarak demokratik barış hattına çekilmesine rağmen PKK’ye hala terörist demeleri ne anlama geliyordu? Öte yandan Türkiye’nin en sıradan, tüm dünyada tanınan en temel bir hakkı; ana dilde eğitim ve yayın hakkı için dilekçe veren öğrencileri “terörist” diye içeri atmasına neden sessiz kalınıyor, görmezden geliyordu? Dil yasağından daha büyük bir terör eylemi olabilir miydi? ABD ve AB korkunç bir ikiyüzlülük ve komplo içindeydi. Aynı süreçte güdümlerindeki Barzani ve Talabani milliyetçiliğini geliştirirlerken demokratik çözüm ve barış için çabalayan Öcalan’ı hedefe koyacak ve İmralı’ya baskıları arttıracaklardı; Öcalan’a gazeteleri verilmeyecek, kütüphanesi elinden alınacak ve yanında sadece üç kitap bulundurma uygulamasına geçilecekti. Yine bu süreçte aile, avukat geliş-gidişleri de zorlaştırılacaktı. Bunlarla birlikte ‘Apo’yu asalım sonra idamı kaldıralım’ söylemini gündeme getireceklerdi. Bunlar 11 Eylül sonrası ABD konseptine göre gelişen durumlardı.

* 2002 yılına kadar Öcalan ile dolaylı yoldan Ecevit’in temsilcisi vasıtasıyla yürütülen diyaloglar neden kesildi?

Çünkü 2002 yılı boyunca Öcalan’ın demokratik çözüm ve barış çabasına karşı ABD’nin başını çektiği bitirme ve çürütme politikası devreye konulmuştu. Bu temelde Öcalan ile temsilcisi vasıtasıyla dolaylı diyalog içinde olan Başbakan Bülent Ecevit’in felç edilmesi, yerine hazırlanan AKP ve lideri Erdoğan’ın Talabani ve Barzani ile görüştürülmesi sonrasında iktidara getirilmesiyle birlikte Öcalan ile diyaloglar tamamen kesilecekti. Diyaloglar kesildikten sonra İngiliz-ABD oyunları yavaş yavaş ortaya çıkacaktı. ABD bir yandan Barzani ve Talabani’yi öne çıkarıp onlarla Erdoğan’ın ittifakını sağlarken, diğer yandan da PKK’yi içeriden kendine bağlamaya, bölmeye çalışacaktı.

* Bu süreçte çözüm için diyaloglar kesilmiş, tasfiye politikaları devreye konulmuş. AKP’nin iktidara getirilişi de bu politikalarla mı bağlantılıydı?

Daha önceki hükümet en azından diyaloğu kesmemişti ama AKP hükümeti iktidara gelir gelmez diyaloğu keserek ABD, İsrail, İngiltere, Almanya, Yunanistan bütün Avrupa ile birlikte demokratik çözüme karşı ardına kadar yolu Kürt milliyetçiliğine açacaklardı. Bu politikanın İmralı Cezaevi’ne yansıması Öcalan’ın cezaevi koşullarının daha da ağırlaştırılması, görüşme notlarının avukatlarına verilmemesi olacaktı. Öcalan gazeteleri bile alamıyor, mektupları verilmiyordu. Dışarıda da legal partiyi kapatma ve tutuklamaları gündeme getiriliyor, PKK’nin siyasallaşmasının tehlikeli olduğu propagandası geliştiriliyordu. Oysa PKK’nin siyasallaşması demek PKK’nin demokratik siyaset alanına taşınması demekti. Herkes doğru demokrasi ve hukuk mücadelesi ile kazanacaktı. Türkiye de böyle kazanacaktı, Kürtler de böyle kazanacaktı.

* Öcalan bunun için silahı bıraktığını ve barış istediğini, anlamlı bir yasa çıkarılması halinde tümüyle gelinip demokratik cumhuriyete katılacağını, bunun herkes için hayırlı bir adım olacağını söylemesine rağmen bu çözüme niye gelinmiyor? Anlamlı bir yasa neden çıkarılmıyor?

Öcalan bu sorularla 2003 yılına girerken yine de Erdoğan’a diyalog için şans verecekti. Barış bildirgesi hazırlayarak hükümete sunacaktı. ‘Özgür Birliktelik ve Barış Hamlesi’ dediği bu sürece hükümetin yanıtı üç ay boyunca aile ve avukat görüşmelerini tamamen kesmek olacaktı. Yine bu süreçte Öcalan’a karanlık çevrelerden gelen 25-30 kadar tehdit mektupları verilecekti! Mektuplarda Öcalan’ı öldürmek istediklerini, öldürmekten beter etmek istediklerini yazmışlar. Beraberinde Öcalan’ın avukat görüşmeleri 45 dakikaya, aile görüşmeleri 15 dakikaya indirilecekti. Bu şimdiye kadar Öcalan’ın yürüttüğü barış ve uzlaşma çabalarını engelleyen bir provokasyondu. Zaten avukatları ayda bir gelebiliyordu, 45 dakikada ne görüşebilirdi ki? Yine 2 bin kilometreden gelen ailesiyle 15 dakikada ne konuşabilirdi? AKP hükümeti tehlikeli oynuyor; ABD’nin Irak’a müdahalesiyle birlikte PKK’yi de tasfiye edeceğini, meseleyi kökten hal edeceğini düşünerek Öcalan’ı sıkıştırmaya, PKK’yi de imha ederiz mantığıyla provoke etmeye çalışıyordu. Türkiye demokratik çözüm yerine ABD’ye teslim olmuş meseleyi ABD’ye havale etmiş, Öcalan ile diyalogu kesmişti. ABD ise, bir yandan Öcalan’a, PKK’ye ve Kürtlere ABD’ye teslim olma ve ilkel milliyetçi çizgiyi dayatırken, öte yandan şoven Türk milliyetçiğini destekleyerek her iki milliyetçiliği çatıştırma politikasını yürütüyordu. Ne acıdır ki her iki milliyetçiliğin arkasında da yine ABD yer alıyordu.

* Böylesi kritik bir süreçte Öcalan tercihini neyden yana kullandı?

Temel sorun buydu. Öcalan 2003 sonuna dek bu soruya yanıt arayacaktı. 2004 yılına girerken Öcalan tercihini bir kez daha demokratik çözümden yana kullanacak ve hükümete ‘On Maddelik Barış Planı’nı sunacaktı. Bunun için sorun çözülmek isteniyorsa, nihai silahsızlanma sağlanmak isteniyorsa ‘Toplumsal Barış ve Demokratik Katılım Yasası’ önerecekti. Ancak AKP’nin buna yanıtı ‘Eve Dönüş Yasası’ adı altında pişmanlık dayatmaktan öteye gitmeyecekti. Bununla birlikte Öcalan’ın avukat görüşmeleri fiilen 2 haftada bir saate indirilecekti. Öcalan’ın barış için 5 yıllık çabasına karşılık, tecrit daha da derinleştirilecekti. Tecrit Kürt sorununun siyasi ve hukuki yoldan çözüm seçeneklerinin ortadan kaldırılması oluyordu. Bunun sorumlusu da ABD, AB’nin tasfiye politikaları ve bu politikanın İmralı’da uygulanmasının bekçiliğini yapan AKP hükümetiydi. Bu üçlü tasfiye uzlaşması 12 Mayıs 2005 tarihli AİHM kararına da yansıyacaktı.

* Yani 12 Mayıs 2005 tarihli AİHM kararının arka planında tasfiye politikaları mı yatıyordu?

Evet, 2005 yılında AİHM bir yandan Öcalan’ın korsanca kaçırılmasını onaylarken diğer yandan buna yönelik tepkileri dengelemek için Öcalan’ın adil yargılanmadığı ve yeniden yargılanması gerektiğine hükmedecekti. Öcalan herkesin gözü önünde gelişen korsanca kaçırılmasını AİHM’in görmezden gelmesini komploya alet olmak olarak değerlendirirken, yine de mahkemenin hükmettiği yeniden yargılama kararını yeni bir barışçıl hamleye, demokratik birlik çözümüne dönüştürmeye çalışacaktı. Ancak bu çabası da AKP hükümeti ve Avrupa Konseyi’nin ortak yaklaşımlarıyla engellenecekti. Bu süreçte AB yetkililerinden Lagendick’in “Kürtler, PKK ve Öcalan ile arasına mesafe koysun” şeklinde açıklamaları olacaktı. AKP hükümeti de aynı yönde, başbakanından bakanlarına, genelkurmay başkanından kuvvet komutanlarına, mahkeme hâkiminden savcısına kadar hep bir ağızdan “Öcalan bin defa da yargılansa sonuç değişmez, aynı cezayı alır” diyerek tavrını koyacaktı. Ardından Öcalan’ın yeniden yargılanma talebinin ulaştığı mahkeme de aynı söylemi “Yeniden yargılansa da sonucun değişmeyeceği” şeklinde kararına gerekçe yaparak, duruşma yapmaksızın, Öcalan’ın savunmasını almaksızın dosya üzerinden kapatacaktı. İlginçtir Avrupa Konseyi de Türk mahkemesinin yeniden yargılamayı dosya üzerinden kapatma kararını aynı gerekçeyi tekrarlayarak onaylayacaktı. Böylece AİHM’in yeniden yargılama kararı uygulamaya geçirilmeden politik oyunlarla boşa çıkarılacak, Öcalan adil yargılanmayan kişi konumunda bırakılarak yargısız infaz altına alınacaktı.

* Bu konuda AB, ABD ve Türkiye arasında bir anlaşma olduğunu mu söylüyorsunuz?

Evet, bu konuda Avrupa Birliği, ABD ve Türkiye arasında bir anlaşma olduğu görülüyordu. AİHM kararının hemen ertesinde tamamen Öcalan’ın durumu gözetilerek hazırlanan ve 1 Haziran 2005’te yürürlüğe konulan ‘Öcalan Yasaları’ ile cezaevi koşullarının daha da ağırlaştırılması yoluna gidilmesi de böyle bir anlaşmanın sonucuydu. Bu süreçte Öcalan üzerindeki cezaevi uygulamaları hücre cezalarıyla birlikte hem fizikken hem de iradi olarak boğma girişimiydi. Bu bir konsept olarak geliştirilmişti. Bu konsept 2006’da da devam edecek, tecrit uygulamaları daha da yoğunlaştırılacaktı: Öcalan bu süreçte aylarca dışardan hiçbir haber alamayacak, avukatlarına yazdığı mektupları da verilmeyecekti. Yine hücre cezası uygulamaları boyunca elindeki radyosu, kitapları, gazeteleri de alınarak çıplak duvarlarla baş başa bırakılacaktı. Bu şekilde gün be gün eritilip bitirilmeye çalışılacaktı. Bu konuda AKP, ABD, AB ve güdümlerindeki Irak’taki milliyetçi Kürt oluşumu dâhil kendi aralarında anlaşmışlardı, Apo’yu susturma startını zaten aylar önce Talabani vermişti, Talabani’nin bu süreçte “Apo’yu neden susturmuyorsunuz?” şeklinde bir açıklaması olmuştu. Öcalan’ın çözüm önerileri gerçekçi, barışçıl ve demokratik olduğu halde, bu uygulamalarla Öcalan’ın susturulması konusunda AKP hükümeti, muhalefet, ABD, Talabani ve Barzani arasında tam bir stratejik anlaşma sağlandığı görülüyordu. Bu süreçte Öcalan’ın Kürt kimliği, siyasal kişiliği ve savunma hakkı tanımıyor, avukat görüşmeleri engelleniyor, yasal olarak yayınlanan gazeteler bile sansürlenerek veriliyordu. Öcalan sorunun Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu olduğunu söylüyor ama bunlar anadilde eğitim isteyenleri bile “terörist” sayıyor, meseleye “terör” gözüyle bakıyorlardı. Bu mantıkla 18 yaşından küçük çocukları bile anadilde eğitim istemesi halinde içeriye alabilmenin yolunu açıyor, “terör” yasasının kapsamını daha da genişleterek Kürtlerin her türden demokratik örgütlenme, talep ve eylemlerini de hedef haline getiriyor, toplu imha dayatılıyordu.

* Bu koşullara rağmen Öcalan’ın demokratik çözüm ve barış çabasını sürdürdüğünü söyleyebilir miyiz?

Evet. Bu koşullar devam ederken 2006 yılı Eylül’ünde başlayan devlet içinden gelen dolaylı diyalog süreci 2008’e dek sürecekti. Öcalan bu süreçte üzerine düşeni yaparak PKK’ye ateşkes çağrısında bulunacaktı. Ancak ateşkesin hemen ardından bu çabasına da imha konsepti ile yanıt verilecekti. ABD ve İngiltere bu süreçte hükümete ve orduya yeni bir tasfiye teklifinde bulunacaktı; “Biz Güneydeki Barzani ve Talabani’yi ayarladık, onlar oradan PKK’ye yönelecek, PKK’yi sıkıştıracak, siz de Türkiye’den doğru gerekli askeri operasyonları yapın” diyeceklerdi. Hesaplarına göre bu şekilde Kürt sorunu halledilmiş olacaktı! Hükümet ve ordu bu teklife yatarak çözüm için adım atmayacak, tersine kapsamlı askeri operasyonlarla süreci boşa çıkaracaktı. ABD, Türkiye ve AB aralarında bir kez daha anlaşmışlardı. Buna göre PKK’nin tasfiyesi, Öcalan’ın da İmralı’da baskı altına alınması yoluna gidilecekti. Bu süreçte Öcalan’ın radyosu da elinden alınacak, mektupları verilmeyecek, nadiren verilenler olsa da sansürlenerek içinde sadece bir iki cümle kalacak şekilde eline geçecekti. Öte yandan askeri operasyonlar da hız kesmeden sürdürülecekti. Ateşkes, demokratik çözüm ve barış sürecinde olunmasına rağmen Kürt dili üzerindeki baskılar da yoğunlaştırılacaktı.

* 2008 yılına da bu koşullarda mı giriliyordu?

2008 yılına girildiğinde de Öcalan demokratik çözüm ve barış diyecekti. Çözüm için “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bütün dil ve kültürlerin demokratik bir şekilde varlığını ve kendini ifade etmesini kabul eder” şeklindeki bir cümle değişikliğinin bile tek başına yeterli olacağını, bunun birçok şeyin önünü açacağını söyleyecekti. “Bu cümleyi anayasaya koysunlar iki ay içinde PKK silahı bırakır, gizli örgütlenmeler de biter” diyecekti. Ondan sonraki aşama demokratik yasalarla düzenlenecekti. Öcalan’ın bu söylediklerinin yerine getirilmesi mümkündü, böylece akan kan duracaktı. Ancak hükümet bu yönlü en ufak bir çözüm irade ve belirtisi göstermeyecekti. Tersine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu süreçte Amerika’ya giderken, uçakta; “Amerika ile iki müttefikiz. İlişkilerimiz sıradan iki devlet arasındaki ilişki gibi değildir… Sınır ötesi operasyon için her şey masada, başbakan da bunları onaylamıştır… Barzani ve Talabaniler PKK’yi aradan çıkartırsa Irak’a yardımımız 10 kat artar” sözleriyle tasfiye mesajları gönderecekti. Bu mesajların ardından Amerika’da gerçekleşen Gül ile Bush görüşmesi sonrası Bush da bir açıklama yaparak, PKK’yi ortak düşman ilan edecekti. Öcalan ve temsilini yaptığı özgür ve demokrat Kürt iradesine ve bu iradenin özgür birlik temelinde demokratik anayasal çözüme gitme çizgisine karşı bir kez daha uzlaşma tamdı, tasfiye kararı alınmıştı.

* Tasfiye kararına rağmen Öcalan’ın duruşu ne yönde oldu?

Öcalan buna rağmen 2009 yılında da hazırladığı ‘Yol Haritası’ temelinde demokratik çözüm projesi sunarak hükümeti bir kez daha demokratik müzakereye çağıracaktı. Ancak hükümet ABD’ye dayanarak, PKK içinden kaçanları, Barzani, Talabani’yi de kullanarak tasfiye politikasını sürdürecekti. Uygulamak istedikleri politikalar belirginleşmişti. Bu politikanın İmralı Cezaevi’ne yansıması, cezaevi mimarisinin değiştirilerek Öcalan’ın 17 Kasım 2009’da eski odasından alınarak daha dar ve havasız başka bir odaya yerleştirilmesi olacaktı. Öcalan’ın sağlık sorunlarını daha da ağırlaştıran bu uygulamayı da kamuoyuna bir gelişme olarak sunacaklardı! Bununla aslında var olan tecrit durumu ve sağlık sorunları daha da ağırlaştırılacaktı. Öcalan hareket alanını daha da daraltılarak, nefessiz bırakılarak teslim alınmak isteniyordu. Öcalan bu durumu “17 Kasım darbesi” olarak tanımlayacaktı.

* Ama bir yandan darbe varken diğer yandan Oslo sürecine girilmesi bir çelişki değil mi?

Evet, ilk bakışta çelişki gibi görünse de Öcalan’ın İmralı konumunu demokratik çözüm ve barışı sağlama olarak belirlediği göz önüne alındığında bu yönlü devletten gelecek her adıma yanıt vermeyi kendine görev sayması belirleyici olacaktı. Bu temelde içinde tutulduğu zor koşullara rağmen 2010 yılında da demokratik çözüm ve barışı getirme çabasını sürdürecekti. Ancak bu süreçte Öcalan ile İmralı’da görüşen devlet heyetinin söyledikleriyle hükümetin söyledikleri birbirini tutmuyordu. Hükümet buradaki görüşmelerle kararlaştırılan çözüm önerilerini yok sayarak, “Sizin iradeniz olmadan ben bu sorunu tek taraflı çözerim” anlayışıyla hareket ediyordu. Bir yandan heyet görüşmeleri adı altında Öcalan’ı oyalarken diğer yandan özgürlük hareketini tasfiye etme, demokratik zeminde olan legal güçleri de hizaya çekerek kendi çizgisine getirme politikasını yürütecekti. Biraz özgür durmaya çalışan Kürtleri KCK operasyonlarıyla hapishanelere doldurup özgür-demokratik siyaset yapmak isteyenleri önünü keserken, kalan Kürtlerin de hükümetlerine sığınmasını istiyor, para vb. şeylerle de bazı aileler üzerinden Kürtleri kendine bağlamaya çalışıyordu. Tasfiyeden başka bir çözümleri yoktu. Öcalan’a göre “Bir bütün olarak Kürtlere uygulanan siyasal soykırımdı, ekonomik soykırımdı, kültürel soykırımdı. AKP’nin iktidarda olduğu 7 yılda yapmaya çalıştığı buydu.” Öcalan çözüm konusunda bir kez daha muhatapsız bırakılmıştı. AKP ve başbakan Erdoğan’da böyle bir çözüm iradesi görülmüyor, kendi içindeki Kürt milletvekillerine, yanaşma işbirlikçi Kürtlere dayanarak bir şeyler yapmaya çalışıyordu ama bunlar da sorunu çözmeyecekti.

* Buna rağmen Oslo süreci 2011 yılında da sürdürülecek miydi?

Öcalan devlet heyetiyle hükümeti ayrı tutuyordu. Devlet heyetini samimi buluyor, bu yoldan hükümeti çözüme zorlamak istiyordu. Bu temelde 2011 yılında da çözüm çabasını sürdürecek; kendisiyle görüşmeleri sürdüren devlet heyeti üzerinden demokratik anayasal sürecin yol haritasını hazırlayarak müzakerelerle nihai sonuca gitmek isteyecekti. Nitekim süreç sonunda İmralı’da devlet heyetiyle görüşmeler ciddi bir aşamaya gelmiş, somut protokollere bağlanmıştı. Ancak AKP hükümetinin buna yanıtı, el altından tasfiye politikasının dış ve iç halkasını daha da genişletmek olacaktı. Hükümet bu süreçte ABD ve AB ittifakına Çin ve Rusya’yı da dâhil edecekti. Öte yandan bölgesel düzeyde de Türkiye-İran-Suriye ittifakını sağlayacaktı. İçeride de bunu AKP, CHP ve MHP arasındaki üçlü faşist oligarşik ittifakıyla tamamlayacaktı. İç ve dış ittifaklar tamamlanmış sıra uygulanmasına gelmişti. Erdoğan bu temelde 14 Temmuz 2011’de süreci bozan açıklamasını yapacaktı. Zaten İran'la Kandil'e yönelik operasyon konusunda anlaştıklarından İran bu açıklamadan iki gün sonra 16 Temmuz’da Kandil’e saldıracaktı. Bu temelde hükümet 2011 Temmuzundan itibaren askeri, siyasi, diplomatik, ekonomik tüm güçleriyle yüklenerek nihai tasfiye operasyonları yapacaktı. 10 bin legal Kürt siyasetçiyi KCK operasyonları adı altında cezaevlerine dolduracaktı. Bu süreçte 27 Temmuz son avukat görüşmesi olacaktı ve 22 Kasım’da da Oslo sürecinde Öcalan ile görüşen tüm avukatları gözaltına alınacaktı.

* Yani Oslo süreci 2011 yılında akamete mi uğratıldı?

Evet. Ardından 2012 yılı boyunca ve 2013 yılına dek bu operasyonlar hız kesmeden sürecekti. En son Kürt milletvekilleri de alınacaktı ki Öcalan 2013 yılı başlarından başlattığı ‘Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşam Süreci’ ile bunun önüne geçecekti. Bu süreçte milletvekillerinden oluşan bir heyet üzerinden 2015 yılı Nisan ayına dek çözüm sürecini hayata geçirmeye çalışacaktı. Bu süreç de 2015 yılı Mart’ında Dolmabahçe Mutabakatı’nda belirlenen pratik adımların atılması aşamasındayken başbakan Erdoğan’ın bu mutabakatı tanımayan açıklamasıyla bozulacaktı. Ardından yıllardır İmralı süreci boyunca demokratik çözüm ve barış için elinden gelen her şeyi yapan Öcalan üzerindeki tecrit daha da derinleştirilecekti. Zaten 2011 Temmuzundan beri yaptırılmayan avukat görüşmelerine, 2014 Ekim’inden itibaren yaptırılmayan aile ve vasi görüşmeleri eklenecek, 2015 Nisanından itibaren de heyet görüşmelerine bir daha izin verilmeyecekti. Yetkililer bu durumu “Öcalan’ı İmralı’ya gömme” olarak nitelerken, Öcalan ise “mutlak tecrit” olarak tanımlayacaktı.

* Mutlak tecrit hali 2016’da da mı sürecekti?

Evet, mutlak tecrit hali 2016 yılı boyunca da devam edecekti. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası 20 Temmuz 2016 tarihli Bursa 1. İnfaz Hâkimliği kararıyla OHAL süresi boyunca aile, avukat ve ziyaretçi kabulünün yasaklanmasına bir de telefon, mektup, faks gibi haberleşmelerin kısıtlanması eklenecekti. Bu tarihten sonra yapılan tüm görüşme başvurularına artık anılan mahkeme kararı gerekçe gösterilerek ret yanıtı verilecekti. OHAL süresinin de ne zaman biteceği belli olmadığından, her seferinde uzatıldığından mutlak tecrit hali kalıcı ve sürekli hale gelecekti.

* 11 Eylül 2016’da kardeşi Mehmet Öcalan ile yaptığı görüşmede Öcalan'ın mesajını değerlendirebilir misiniz?

Öcalan bu süreçte sadece bir kez o da gelişen açlık grevleri ardından gerçekleşen ilk ve son aile görüşmesinde yine demokratik çözüm ve barış çağrısında bulunacaktı: “Hala barış projeleri üzerine çalışmayı sürdürüyorum. Benimle demokratik çözüm ve barış için görüşülsün. Varsa böyle bir niyet, barış projelerimizle bu sorunu birkaç ayda çözeriz. Eğer demokratik çözüm ve barış için samimilerse ben rolümü oynarım.” Öcalan bu çağrısına da hiçbir yanıt almadığı gibi aksine yeniden idam tartışmalarının ana konusu haline getirilecekti. Öcalan’ın 18 yıllık demokratik çözüm ve barış çabalarına rağmen “sil baştan” denilerek tekrar başa, yani 1999 yılı idam tartışmalarına geri dönülüyordu. 2017 yılında tecrit halen mutlak anlamda sürmekte, Öcalan ve aynı cezaevinde tutulan diğer üç mahpustan haber dahi alınamamaktadır.

Yasin Kobulan - dihaber