Zulmün ejderha olduğu Minbic...

MİNBİC - Minbic’in her caddesi, bulvarı, pazar yeri; artık neşesi, telaşlı koşuşturmasıyla değil, belleklere mıh gibi çakılan korkunç manzaralarıyla anılıyor. İdam, infaz, dayak, aşağılama, hor görme neredeyse herkesin tanık olduğu, yaşadığı insanlık dışı manzaralar. Bir ömür yaşanmışlıkların üzerine karabasan gibi çöken korkunç 3-4 sene. Kentin özgürleştirilmesi üzerinden geçen 4 ayda insanlar yeniden gülümsemeyi hatırlıyor.

Bir kez daha Minbic’e doğru yol alıyoruz; bu toprakların acılarını, hüznünü, sevinçlerini, kahramanlıklarını anlatan türküler eşliğinde. Kente girdiğimizde yine Ebu Leyla’nın güler yüzü karşılıyor bizleri. Zulmün ejderha olduğu coğrafyada, zulme karşı yiğitçe savaşan-çarpışan ve küçük Leylalara “Büyüdüğünüz zaman babalarımız ve dedelerimiz bizim için hiçbir şey yapmadı düşüncesiyle bizi suçlamayacağınızı umuyorum. Leyla tatlım emin ol ki şehit ya da diri ne durumda olursam olayım, her zaman babanla gurur duyacaksın” diye seslenen Ebu Leyla’nın tarihi Kobanê direnişinde kendim de tanığı olduğum ağız dolusu gülüşünü anımsıyorum. Çarşı merkezi çok kalabalık, aracın hoparlörlerinden “Zulüm ejderha olsa da / Telli duvaklı yurdunda / Bir oğul büyütmelisin / Kavgada yiğit olmalı” nağmesi yükseliyor. Tam da Minbic için toprağa düşen yiğit kadınları ve Ebu Leylaları anlatan sözler...

Bu kentte her cadde, bulvar, pazar yeri; artık neşesi, telaşlı koşuşturmasıyla değil, belleklere mıh gibi çakılan korkunç manzaralarıyla anılıyor. İdam, infaz, dayak, aşağılama, hor görme neredeyse herkesin tanık olduğu, yaşadığı insanlık dışı manzaralar. Bir ömür yaşanmışlıkların üzerine karabasan gibi çöken korkunç 3-4 sene. Geçmişin üzerine bir kara çarşaf gibi serpilen son yıllar.

Bu insanlar yeniden gülebilecek mi, gülüşleriyle yaralarını sarabilecek mi diye düşünüyorum. Değerli olduklarını yeniden hissettirecek bir sistemle tanışabilecekler mi? Gittiğim kimi evlerde ürkekçe de olsa yüzlerine konan gülümsemeden bir şeylerin değiştiğini seziyorum...

Akşam oluyor ve en büyüğü 14 yaşında 4 çocuklu bir aileye konuk oluyoruz. Baba seyyar satıcılık yapıyor. Billuriye dediği cam bardak ve tabaklar satarak geçimini sağlamaya çalışıyor. Ev 4 katlı bir inşaatın en üst katında, ev olduğunu söylemeye bin şahit isteyen 2 göz baraka! Ne kapıları var ne de pencereleri. Naylonla pencereler kapatılmış, kapıya da bir battaniye çekilmiş. Aile komşulara da haber veriyor. Sigara, kahve eşliğinde başlıyor konuşmalar. Aile önceleri Halep’te yaşıyormuş. Savaş başlayınca Minbic’e taşınmışlar ama DAİŞ burada da kendilerini bulmuş. 2 senedir derme çatma inşaat halindeki binada yaşıyorlar. Pek de umurlarında değil. Tek dertleri şu an içinde bulundukları durumun sürmesi...

Ertesi gün Minbic’in güneyine düşen, zeytin bahçeleri arasındaki bir köyü ziyaret ediyoruz. Köyün hemen dışında taştan bir ev. Bizi 65 ve 60 yaşlarında bir çift karşılıyor ve eve buyur ediyor.

Bir taraftan çayı suyu şekeri bir arada kaynatılmış bol şekerli çayı yudumluyoruz, diğer taraftan hal hatır soruluyor. Bir süre sonra bir güven bağı oluşmuş olacak ki aile biz hiçbir şey sormadan başlıyor anlatmaya yaşadıkları zulmü.

Aile 8 yıl öncesine kadar Şam’da yaşıyordu. Ebu Mihammed emekli olduktan sonra topraklarına yani Minbic’e taşınmış. Emekliliği sevmediği için bir yandan da şehirlerarası otobüs şoförlüğü yapmaya başlamış. Ta ki DAİŞ kente gelene kadar. 50 yılda yaşadıkları acı, hüzün, mutluluk üzerine bir anda eşi benzeri görülmemiş bir karabasanla karşı karşıya kalmışlar. Bu nedenle de anlattıkları sadece zulüm yıllarına ait anlarla sınırlı kalıyor.

‘İNFAZI İZLEMEK ZORUNLUYDU DAYANAMADIM YÜZÜMÜ ÇEVİRDİM’

Ebû Mihemed anlatıyor unutamadığı ve hiçbir zaman unutamayacağı o günleri: “Gazetecisiniz muhtemelen. Yazın, yazın bu anlattıklarımı da tarihe not düşülsün. Suçlu olup olmamanız önemli değildi. Ailenizden birinin suç işlemesini gerekçe kılarak da sizi cezalandırabiliyorlardı. Örneğin tanık olduğum ve bildiğim bir olayı anlatmak istiyorum. 21-22 yaşlarında 2 çocuk babası genç bir vatandaş vardı. Huseyîn Bimşî diye. Bir gün bunu alıp tutukladılar. Suçu da güya ağabeyi Ceyş El Hür’e (ÖSO) silah temin etmiş. Alelade bir mahkeme kurdular ve ölüme mahkûm ettiler. Cumartesi günleri infaz günleriydi. Yer olarak da insanların alışveriş yaptığı Cumartesi Pazarı’nı seçmişlerdi. Bir cumartesi günü Hüseyin Bimşî’yi meydana getirdiler ve başını bir kütüğün üzerine bıraktılar. Ellerinde yaklaşık bir metrelik keskin, parlak bir kılıç bulunan iri yarı 2 cellat, Hüseyin’in başını kütüğe koydu. Hüseyin yalvarıyor, arkasında bekleyen çocuklarını son bir kez görmek için. Ama cellat izin vermedi. Cellat onu kütüğe koydukça Hüseyin direniyor ve başını kaldırıyordu. Birkaç kez bu tekrarlandı. En son cellat sinirlenerek, kılıcı bir kenara bıraktı ve belinden çıkardığı tabancayla tek kurşunla Hüseyin’i başından vurarak katletti. Tabi meydanda bulunanların bunu izlemesi zorunluydu ve ben o ana tanık olmamak için dayanamayarak yüzümü çevirdim. Şans eseri fark edilmedim. Fark edilmiş olsaydım ben de cezalandırılabilirdim.”

‘ÜÇ DEFA TETİĞE BASTILAR PATLAMADI SONRA ARAÇLA ÜZERİNDEN GEÇTİLER’

Tanık olduğu bir başka olayı da 65 yaşındaki Ebu Mihemed, tekrar yaşarcasına şöyle anlatıyor: “Yine İbrahim vardı Dêr Hafir’de fırın müdürüydü. Onu da başka bir cumartesi günü yine aynı meydanda infaz ettiler. Cellat İbrahim’i silahla öldürecekti. Dizleri üzerine çöktükten sonra, cellat başında bekleyerek tabancayla ateş etti. Ancak silah patlamadı. Yeniden kurşunu namluya sürerek ikinci kez tetiğe bastı ve yine patlamadı. Üçüncü kez tekrarlandı ve silah yine patlamadı. Cellat hiddetlenerek hemen elleri arkadan bağlı İbrahim’i yere yatırdı ve araçla üzerine çıktı. Üzerinde patinaj yaparak insanlık dışı bu yöntemle İbrahim’i katlettiler. Paramparça bedenini de oracıkta sergilediler.”

“Hangi birisini anlatayım ki” diyerek bir an duraksıyor Ebu Mihemmed ve ekliyor: “Zorunlu olmadıkça dışarıya çıkmak istemiyorduk böylesi manzaralarla karşılaşmamak için.”

‘İLAÇLARIMI DAHİ TAŞIMAKTAN KORKUYORDUM’

Ebu Mihemmed kalp hastalığı nedeniyle sürekli ilaç kullandığını belirtiyor ve haplarını çıkararak gösteriyor: “İlaçlarımı Minbic’ten temin edemiyordum. Çevre kentlerden getirtiyordum. Örneğin kimi ilaçlar Kürt bölgesinden geliyordu ve üzerinde Heyva Sor’un (Kürt Kızılay) ismi vardı. Bu yazıları parmağımı ıslatarak siliyordum ve ancak öyle üzerimde taşıyabiliyordum. Çünkü DAİŞ arama noktalarında üzerimizdeki her şeyi kontrol ediyordu. ‘xenazir (domuz), küffar (kafir)’ dedikleri Kürtlerle herhangi bir temas ölüm nedeniydi. O yüzden de kullanmak zorunda kaldığım haplarımı korkuyla yanımda taşıyordum.”

GÖĞSÜNE KADAR UZATTIĞI SAKALLI FOTOĞRAFINI GÖSTERİYOR

Traşlı ve üzerinde Arapların giydiği yöresel gellabi (fistan) vardı Ebu Mihemmed’in. Sakal ve gellabiye ilişkin bir anısını da şöyle anlatıyor: “Bir gün ilaçlarımı almak için Şam’a gidecektim. DAİŞ’in kontrolü noktasına geldiğimde beni araçtan indirdiler. ‘Ya şêx! Senin sakalların kurallara göre uzun değil. Sen git sakalını uzat sonra gel. Gellabin de çok uzun. Bunu da kes uygun duruma getir. Sonra gel geçip geçmeyeceğine karar veririz.’ Sonra sakal uzatmak zorunda kaldım.” Eliyle işaret ederek sakalının göğsüne kadar uzadığını söylüyor ve kızından sakallı fotoğrafını getirip bana göstermesini istiyor. Bunu anlatırken bir yandan gülüyor bir yandan da “Allah belalarını versin” diyerek beddua yağdırıyor.

‘ÇÜRÜK MALLARI SATIN ALMAYA ZORLUYORLARDI’

60 yaşındaki eşi sözü devralıyor ve anlatıyor: “Oğlum neler çektirmediler ki bu soysuzlar. Belirledikleri bir pazar yeri vardı ve sebze meyveyi ancak buradan satın alabiliyorduk. Fiyatlar fahiş, sebze meyveler çürük. Örneğin ‘domatesler ezik’ dediğinizde size bağırıp, ‘ister al ister alma hadi bakalım’ deyip almak zorunda bırakıyorlardı. Biz de mecbur satın alıyorduk. Burada bağ bahçesi olan insanlar vardı. Bunları toplayıp satmalarına dahi izin vermiyorlardı. Pazar yerinin yakınında yüksek bir bina vardı ve oraya bir keskin nişancı yerleştirmişlerdi. Pazarın dışında satış yapan satıcıları gördükleri gibi vuruyorlardı.”

‘ARTIK KADIN KANUNLARI VAR BİRAZ ZOR İKİNCİ EVLİLİĞİ YAPARSIN’

Bir ara anlatımlarla ağırlaşan atmosferi dağıtmak için Ebu Mihemed espri yapmaya çalışıyor ve bize de onaylatmak istercesine soruyor: “Sizce ben genç değil miyim. QSD savaşçıları Kürt güçleri kenti özgürleştirdikten sonra ömrüme bahar geldi. Baksanıza saçlarıma kırlar dahi düşmemiş. Yeniden evlenmeyi düşünüyorum. Siz ne dersiniz.” Bir taraftan bize bakıyor diğer taraftan eşine. Eşi de gülerek, “O şansı kaçırdın. Madem evlenecektin onu DAIŞ döneminde yapacaktın. Onlara göre 4’e kadar yolu vardı. Artık kadın kanunları var. Evlenmen o kadar kolay olmayacak” yanıtını verip bize de onaylatıyor. Sonra da ekliyor: “Bakmayın eşimin öyle dediğine. Evlenseydi gençliğinde evlenirdi; ama o hala beni çok seviyor.” Eşi başını sallayarak gülüyor ve onaylıyor.

Aslında bizler ailenin neler yaşadığını dinlemek için ziyarete gitmiş değildik. Ama dedim ya burada insanlar sizlere yaralarını açarak derman etmeye çalışıyor, konuştukça unutacaklarını, sıradanlaştıracaklarını düşünerek.

‘DAİŞ’İN NE DİNİ NE İMANI VARDI TEK KELİMEYLE AHLAKSIZLARDI’

Tam sohbet normalleşti derken, Ebu Mihemed tekrar başlıyor anlatmaya ve bugünle mukayese ediyor: “Minbic’in özgürleşmesi üzerinden yaklaşık 4 ay geçti şimdiden oluşmuş bir yapı var. Örneğin, mahkemeler var, sivil meclis var, askeri meclis var. Herhangi bir durumda ne yapacağınızı, nereye başvuracağınızı biliyorsunuz. Ama DAIŞ döneminde öyle değildi. Zaten çoğunluğu yabancıydı ve kimin ne yaptığı belli değildi. DAIŞ’li olan kişi her şeyi yapma hakkını kendinde buluyordu. Bunlarda ne din, iman, ne vicdan ne de adalet vardı. Tek kelimeyle ahlaksızlardı.”

ANNEYİ ANLAMAK İÇİN DİLİNİ BİLMENİZE GEREK KALMIYOR

Anne tekrar söz alıyor ve Arapça tam anlamadığımı da düşünerek el ve vücut hareketleriyle sözlerini destekliyor. Zaten dilini tam bilmeme de gerek kalmıyor. O kadar hissederek anlatıyor ki, hiç de yabancısı olmadığım olayları dinlerken,bir ara gözlerim buğulanıyor: “Bizim köyden birkaç kişiyi kaçırdılar. Kimisinden hiç haber alamadık, kimisinin kaçmayı başardığını duyduk. Ancak bir anne vardı 6 aylık çocuğuyla birlikte kaçırılan. Birkaç ay sonra serbest bıraktılar. Çocuk hala geceleri titreyerek uyanıyor ve DAIŞ geldi diye sayıklıyor. Anne çok anlatmıyor yaşadıklarını. Artık onlara ne yaşatıldıysa.”

‘BİZE YASAK OLAN HERŞEY DAİŞ’Lİ KADINLARA SERBESTTİ’

Anne,DAİŞ’in yaşattığı onca zulmü aralıksız, bir çırpıda bana anlatmaya çalışıyor. Ara sıra “Neyi unutmuş olabilirim” diye düşünerek sürdürüyor konuşmasını ve ekliyor: “DAIŞ’li kadınlar için her şey serbestti; ama diğerlerine yasak. Örneğin DAIŞ’in kadınları makyaj yapardı, parfüm sıkardı, kaşlarını aldırabiliyor, düzeltebiliyordu. Saçlarını kesebiliyordu. Onlara her şey serbestti. Ama diğer kadınlara yasaktı. Zaten dışarı çıkmak da cesaret istiyordu. En ufak bir şeyde kadınlar yakalanıp dövülürdü. Örneğin elbisesinde renkli bir boncuğun olması, biriyle konuşması cezalandırmak için yeterli sebeplerdi. O yüzden DAIŞ Minbic’e girdikten sonra evimden hiç dışarıya çıkmadım. Şimdi herhangi bir problem yok; ama yaşanılanlardan dolayıve hatırlamamak için hala çıkmaya cesaret edemiyorum.”

‘YERYÜZÜNDEKİ CENNETİMİZİ CEHENNEME ÇEVİRDİLER’

Anne geçmişle mukayesesini yapıyor ve Minbic’e taşındığı günlere lanet getiriyor şu sözlerle: “Şam’da 35 sene yaşadım. Gece 12.00’de şehir içi otobüslerle yanımda hiç kimse olmadan akrabalarımın evlerine gidebiliyordum. Bir gün olsun tek bir sorun yaşamadım. Şam’dan Minbic’e gelmeye karar verdiğimiz ve yerleştiğimiz güne lanet ediyorum. Yazık oldu. Suriye bu hallere nasıl düştü. Bizim için Suriye yeryüzündeki cennetti; ama o cenneti cehenneme çevirdiler.”

KADINLARIN KULAK BURUN BOĞAZ MUAYENESİ BİR DELİKTEN YAPILIRDI

Anne devam ediyor: “Kadın hastalıkları doktorlarının hepsi işsiz kaldı DAIŞ ile birlikte. Başka işlerle uğraşmak zorunda kaldı. Çünkü erkek doktorun kadınları muayene ve tedavi etmesi yasaktı.” Kadın doktorlar var mıydı diye soruyorum. Anne “Kadın hastalıklarına bakan DAIŞ’in kendi kadın doktorları vardı” yanıtını veriyor. Peki dişi, kulağı, boğazı, gözü ağrayan kadınlar ne yapıyordu diye sorduğumda da şu yanıtı veriyor: “Örneğin diş doktorlarının hepsi erkekti. Kadın yanında eşi, babası ya da kardeşi ile birlikte ancak diş doktoruna gidebiliyordu. Dişçi koltuğuna oturduğunda da zaten üzerinde kara çarşaf vardı. Onun da üzerine başka bir çarşaf seriliyordu ve sadece ağız kısmındaki delikten diş muayenesi yapılırdı. Kulak, burun, boğaz muayenesinde de aynı şey yapılırdı. Kadın derdini anlatırken de çok kısık bir sesle anlatmak zorundaydı. Çünkü kadınların yüksek sesle konuşması haramdı.”

‘DÜĞÜNLERİMİZ CENAZE MERASİMİ GİBİYDİ’

“Düğünlerimiz cenaze merasimine dönüştü” diyor anne ve ekliyor: “Ablamın oğlu evlenecek. Düğün var; ama düğün demeye bin şahit gerek. Biz de eve gittik. Akraba olduğumuz için eşim ve çocuğum da içeriye geldi. Biraz zaman geçti DAİŞ evi bastı. Önce DAIŞ’li kadınlar eve girdi ve bizi dövmeye başladı. Sonra 3 erkek girdi ve şiddet devam etti. Durumu izah ettik bize dediler ki ‘siz müzisyen getirmişsiniz ve halay çekiyorsunuz.’ Biz de öyle bir şey olmadığını söyleyince eşim ve oğlum için ‘bu erkekler ne arıyor bu evde’ diye sordular. Oğlum için, teyzesinin evi olduğunu, eşimin de zaten yaşlı olduğunu söyledik. Gelinin nerede olduğunu sordular. Oğlum da düğüne geç kaldıklarını, 2 saat önce gelinin evden ayrıldığını söyledi. Düşünsenize gelin de evde oturuyordu ve hiç fark etmediler. Eskiden gelinlerimiz beyaz giyerdi. DAIŞ’le birlikte siyah zorunluluğu getirildi. Gelin de içerideki herkes gibi siyah giyindiği için fark edemediler ve öylece kurtulduk.”

Geleneklerine göre önceden de erkek ve kadınların düğünlerde ayrı ayrı odalarda toplandığını söyleyen Anne şöyle diyor: “Adetlerimize göre erkekler ayrı, kadınlar ayrı otururdu düğünlerde. Ancak eğer düğün tarafları akraba olsaydı iç içe olabiliyorlardı. Ama DAIŞ bunu da yasakladı. Bugün şehit cenazelerinde dahi zılgıt atılır; ama bizim düğünde ne zılgıt atmamıza ne de alkış tutmamıza izin yoktu. Cenaze mi kaldırıyoruz düğün mü yapıyoruz belli değildi.”

‘DEFALARCA ÖLÜMDEN DÖNDÜK ŞANS ESERİ HAYATTAYIZ’

Anne QSD savaşçılarının kenti özgürleştirmek için hamle başlattığını duyunca heyecanlandıklarını belirtiyor ve son günleri de şu sözlerle anlatıyor: “Biz Serap mahallesinde oturuyorduk. Cerablus yolu üzerinde çetelerin en son terk ettiği mahalleydi. QSD savaşçıları kente yaklaştığında DAIŞ bizim mahalleden aileleri karargahlarında topladı. Çünkü bu mahalle son cepheydi ve hava saldırılarının da hedefiydi. Sivilleri kalkan olarak kullandılar. Tabi biz başka mahallelerdeki yakınlarımızın yanına kaçmayı başarmıştık. Yine Minbic özgürleşmeden 10 gün önce herkesi camilerde topluyorlardı. Biz de evlerine sığındığımız yakınlarımızla kentten, güneye doğru kaçtık. QSD’nin o taraftan yaklaştığını duymuştuk. Grubumuzun çoğunluğu kadınlardan oluşuyordu. Aç halimizle, kara çarşafların altında, önümüzü dahi göremeyecek durumda, kavurucu sıcakta büyük bir korkuyla çoluk çocuk saatlerce yol aldık. En son bir köye ulaştığımızda DAIŞ bize ‘xenazir, küffar Kürtlere sığınmaya mı gidiyorsunuz’ diyerek köy camisine topladı. Bir binanın üzerine de yerleştirdikleri keskin nişancıya ‘kaçanı vur’ talimatı verdiler. Ayaklarımız şişmiş halde korkuyla bekliyorduk. En son birkaç kadının ölümü göze alarak camiden kaçtıklarını gördük. Keskin nişancı ateş açtı ama bir türlü vuramıyordu. Bundan bizler de cesaret alarak koşmaya başladık. Ateş açıyorlar ama vuramıyorlar. Düşe kalka silah menzilinden çıktık ve uzun bir süre sonra bir köye ulaştık. Önümüze çıkan yaşlı birisine aman diledik. O da bize ‘artık korkmanıza gerek yok güvenli alana ulaştınız. QSD’liler buraları özgürleştirdi’ dedi. Bizler de bizi boğan kara çarşafları üzerimizden atarak rahat nefes almaya başladık. Şans eseri bizim grubumuzdan herhangi bir kayıp yoktu.”

EBU MIHEMMED’İN QSD NOKTASINDAKİ BİR ANISI

Ebu Mihemmed, özgürleştikten sonraki bir anısını anlatıyor ve gülüyor: “Bir gün QSD’nin kontrol noktasına ulaştığımda kimlik sordular. Ben de bağırıp çağırıp kendilerinin kimlik göstermesini istedim. Onlar da sakince bizim güvenliğimiz için kimlik kontrolü yaptıklarını anlattı. Ama ben hala çıldırmış gibi davranıyorum. En son ‘kimlik göstermiyorum vurun beni’ dedim. O da bana ‘Ben DAIŞ miyim seni vurayım’ deyip yoluma devam etmemi istedi. Sonra şakalaştığımı anlattım ve memnuniyetimi dile getirmek için böyle bir şey yaptığımı söyledim.”

‘EZANIN SESİNİ DUYMADIĞIM İÇİN UCUZ KURTULDUM ZORLA MESCİDE GÖTÜRÜLDÜM’

Bu durumu kahkahayla anlatınca Anne gülerek eşinin içine düştüğü bir başka durumu anlatmasını istedi. “İstersen DAIŞ’in seni zorla camiye götürdüğü günü de anlat” dedi. Ebu Mihemmed’in niyetli olmadığını anlayan anne, gülerek anlatmaya yeltenince Ebu Mihemed başladı anlatmaya: “Kızımın evine gidecektim. Sebea Behrat (Yedi Su) Bulvarında ezan okunduğundan habersiz yürüyordum. Bir DAIŞ’li bana seslenerek, ‘Şêx namaz vakti ne işin var dışarıda’ dedi. Ben de ezanı duymadığımı söyledim. Hemen koluma girerek beni zorla camiye götürdü. Abdest aldım camide hiç yer olmadığı için dışarıda cemaatin arkasında tek başıma saf tuttum. Ses yoktu, secdeye gidene kadar bahçe duvarının üzerinden önümdekilere bakarak imamı takip etmeye çalıştım. Secdeye başımı bıraktın sonra bekledim. İki de bir başımı yavaşça kaldırıp bakıyorum acaba herkes kalktı mı secdeden diye. Ama hiçbir şey göremiyorum. En son ayağa kalktığımda benim dışımda kimsenin secdede olmadığını gördüm… Ezandan hemen önce herkes dükkanını kapatmak ve camide hazır olmak zorundaydı. Dükkanını kapatmayanın dükkanı yakılırdı.”

Ben can kulağıyla dinlemeye dalmışken, bir ara önümdeki tabağın soyulmuş elma ve portakalla doldurulduğunu görüyorum. Banagülerek Kürtçe “De bixwo bixwo” diyor ve sohbet aralıksız sürüyor…

Ebu Mihemed sırf yaşayabilmek için bugüne kadar hiç kimseye el açmadığını bir Arap atasözüyle anlatarak bizleri uğurluyor ve diyor ki: “Kör topal da olsa evimizin önünde bağlı olan eşeğimiz, elin bize vereceği en lüks araçtan daha evladır.”

Köyden ayrılınca bir düğün konvoyuna denk geliyoruz. Araçlar korna çalıyor, dışarıya müzik sesi taşıyor, renkli kıyafetler içinde kadın ve erkekler araçlardan kendilerini sarkıtmış zılgıt çekiyor,renkli mendiller araçların pencerelerinden sallanıyor.

Düğün konvoyunu askeri konvoy takip ediyor. Çok sayıda askeri araç cepheye gidiyor. Burada bir taraftan savaş devam ediyor, hala özgürleştirilmeyi bekleyen vatandaşlar var, diğer taraftan insanlar DAIŞ’in bedenlerinde ve beyinlerinde yarattığı tahribatı onarmaya çalışıyor.

MİNBİC’İN NÜFUSU MİLYONU BULDU!

Ertesi gün Minbic’ten ayrılacağız; ancak aracımız çalışmıyor. Panelvan aracı olan Casim diye bir Arap gencinden yardım istiyoruz. Yanında halat olmadığı için bizi aracına alıp evine kadar götürüyor. Kahve ikram etmek istiyor; ama zamanımız yok. Teşekkür ediyoruz. Sonra araçta kendi mahallesinin DAIŞ’in elinde bulunan son mahalle olduğunu söylüyor ve fırsatını bulur bulmaz YPG’nin tarafına kaçtığını anlatıyor. Geçtiğimiz her noktada yaşanmışlıkları anlatıyor. Bir ara kentin nüfusunu soruyoruz. “24 bindi” diyor. Minbic’in özgürleştirilmesinden sonra çok göç aldığını vurgulamak için mübalağalı bir şekilde, “Ancak QSD kenti aldıktan sonra nüfus milyonu buldu. Herkes buraya akın ediyor. Kent kurtarıldıktan sonra özellikle Halep’ten çok kişi buraya geldi ve hala gelişler sürüyor” diyor.

Kentte önceki gelişimizde karşılaştığımız yoğun motosiklet trafiğinden eser yok. Sebebini soruyoruz Casim, “5 günlüğüne motosikletlerin trafiğe çıkması yasaklandı. Hem güvenlik önlemi için hem de kentteki trafiği biraz yoluna sokmak için meclislerin önerisi ile bu karar alındı. Kent çok rahatladı bu kararla” diye ekliyor.

Aracımıza halat bağlayıp bir süre çekiyor ve çalıştırıyoruz. Kendisine teşekkür edip kentten ayrılıyoruz.

Görüştüğüm ailelerin fotoğraflarını da yayınlamak isterdim. Yüzlerindeki o korkunun izlerini de, unuttukları gülümsemeyi yeniden hatırladıkları o anları da sizlerle paylaşmak isterdim. Ancakailelerin ricası üzerine yanımda anı olarak saklayacağımın sözünü verdiğim için fotoğrafları yayınlayamıyorum.

Abdurrahman Gök - dihaber