İSTANBUL - Tehdit ve saldırı kampanyalarının taşındığı mahkeme salonlarında "Türk düşmanı olmadığı"nı ispatlamaya çalışan Hrant Dink'in, "Gayrı herkesi kendi vicdansızlığıyla baş başa bırakma zamanı gelip de geçmiştir. Gerçeği kabul edenler asıl olarak kendi insanlıklarını arındırırlar” sözleri katledilişinden sonra yaşananlara adeta bir yanıt niteliğinde.
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in İstanbul Şişli'de 19 Ocak 2007 tarihinde uğradığı silahlı saldırı sonucu yaşamanı yitirmesinin üzerinden 10 yıl geçti. Dink cinayetinin temel taşları ise adeta yargı, medya ve hükümetin elbirliğiyle döşendi. Dink'in ölümüyle sonuçlanan olaylar 6 Şubat 2004 tarihinde Agos Gazetesi'nde yayınlanan "Sabiha Hatun'un Sırrı" başlıklı röportaj ile başladı. Agos'ta dikkat çekmeyen haber 21 Şubat'ta Hürriyet gazetesinde Ersin Kalkan'ın imzasıyla, "Sabiha Gökçen mi Hatun Sebilciyan mı" başlığıyla Agos kaynak gösterilerek yayımlandı. Dink'in konuyla ilgili kişisel yorumunu da içeren haber geniş yankı uyandırdı.
Genelkurmay Başkanlığı aynı gün yaptığı açıklamada söz konusu haberi "milli birlik, beraberlik ve değerler açısından tehlikeli" buldu. Haberin Hürriyet'te yayınlamasından 3 gün sonra ise Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunuldu. 24 Şubat 2004 günü İstanbul Valiliği'ne çağrılan Dink, iddialara göre, Vali Yardımcısı Ergün Güngör ve yanındaki iki kişi tarafından tehdit edildi. Bir gün sonra Mehmet Soykan tarafından verilen şikayet dilekçesi üzerine Şişli Cumhuriyet Savcılığı tarafından Hrant Dink'in başka bir yazısı için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla TCK'nin 301. maddesinden dava açıldı. 26 Şubat 2004 günü Agos önünde toplanan Ülkü Ocaklarına mensup bir grup, tehditler de içeren pankartlar açarak gösteri yaptı. 301. madde'den açılan dava boyunca tehditler artarak sürdü.
Hrant Dink’e yönelik düşmanlık ifadesi ile dolu olan dilekçede, Ermenilere yönelik açık ırkçı söylemler de gözden kaçmıyordu. Suç duyurusunda Ermenilere yönelik “Taşımış oldukları kanın şiarından olacak ki dış mihraklarında tahrikleri ile de her fırsatta isyan ve ihanet içerisinde olmuşlardır” ifadesi yer almıştı. Savcılık, suç duyurusunu işleme koydu ve Dink’e yöneltilen suçlamayla ilgili inceleme başlattı. Şişli Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu, Dink’in, Türk Ceza Kanunu’nun 159. maddesinde düzenlenen “Türklüğe hakaret” suçunu işlediği kanaatine vardı ancak savcılık her ne kadar bu sonuca varmışsa da soruşturma ve dava açılması için Adalet Bakanı’nın izni gerekiyordu.
BAKAN YERİNE MÜSTEŞARI İMZA ATTI
Savcılığın başvurusu ile dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in, önüne gelen soruşturmaya izin başvurusuna karar vermesi gerekirken, izin konusundaki imzayı kendisi atmadı. Dink’e dava yolunu açan izin kararının altında dönemin Adalet Bakanlığı Müsteşarı Fahri Kasırga’nın imzası yer aldı. Kasırga’nın adı, Ergenekon soruşturmasında Veli Küçük’le yaptığı samimi telefon görüşmelerinde de yer alıyordu. Bakan Çiçek adına onun emrindeki müsteşarın 30 Mart 2004 tarihinde attığı imzayla soruşturma açıldı.
Adalet Bakanlığı’ndan gerekli iznin alınmasıyla açılan soruşturma kısa bir sürede tamamlandı. Soruşturmayı yürüten Şişli Cumhuriyet Savcısı Turgay Evsen, düzenlediği iddianame ile Dink hakkında Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi’ne iddianame sundu. İddianamede Dink'in işlediği iddia edilen suç ise “Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etmek” oldu.
YETKİLİLER TARAFINDAN HEDEFE KONULDU
Kısa ve gerekçesiz olan iddianamenin mahkemeye verilmesiyle Dink için yepyeni bir süreç başladı. Dink, artık mahkemede, sokakta, gazetede ve televizyonda kendisine yöneltilen her soruda, “Türk düşmanı olmadığını” ve “Türk’ün kanına pis demediğini” ispatlama çabası içerisine girdi. Sabiha Gökçen haberinin yayımlanmasından sonra başlayan saldırı ve kuşatmalar “başarıya ulaşmış” ve Adalet Bakanlığı’nın da “soruşturma izni vermesiyle” Dink hakkında dava açılmıştı. Oysa Bakanlık bu izni vermemiş olsaydı dava açılmayacak ve Dink hedef haline getirildiği bir yargılama da olmayacaktı.
Mahkemedeki yargılamalar ise tam anlamıyla Dink’e yönelik faşizan gösterilere dönüştü. Her duruşma öncesi adliye önünde yapılan gösterilerde Dink hedef olarak gösterildi. Gösterileri organize edenlerin birçoğu daha sonra Ergenekon soruşturmasında gözaltına alınarak haklarında dava açıldı. Ülkücü ve ulusalcıların oluşturduğu “Kızıl Elma” koalisyonu için Hrant Dink, Ermeni kimliğiyle kamusal alanda yer alan bir siyasi aktör olarak önemli bir hedef haline gelmişti.
HERKES DAVAYA MÜDAHİL OLDU
Davanın başında Mehmet Soykan’ın davaya müdahil sıfatıyla katılmasına karar veren mahkeme, daha sonra başvuran herkesi müdahil olarak kabul etti. “Davaya müdahil olarak kabul edilen müşteki Mehmet Soykan bu yazılardan ne kadar zarar görmüşse ben de bir Türk vatandaşı olarak bundan zarar gördüm. Şikâyetçiyim, davaya katılmama karar verilsin” dedi. Yargıç Aydın’ın reddettiği tek müdahillik talebi Hukukçular Birliği Derneği adına yapılan talep oldu. Aydın bu talebi, “Dernek tüzel kişiliğinin zarara uğramasının söz konusu olmadığı” gerekçesiyle reddetti.
SUÇUN HEM MAĞDURU HEM FAİLİ
Mahkemenin, Türk vatandaşı olan herkesin davaya müdahil olarak kabul edilebileceğine ilişkin bu kararı, daha fazla bir nüfusu, “potansiyel müdahil” haline getiren bir karardı. Karar, kendi içinde, davanın yargıç ve savcısını da kapsayan çok önemli çelişkiler barındırdı. Suçun “Türklüğe hakaret” olarak tanımlanmasından hareketle her Türk vatandaşının “suçtan zarar gördüğü ve davaya müdahil olarak katılabileceğine” karar verilmesinin doğal sonucu ise şu oluyordu: Davanın yargıcı da Türk olduğuna göre, o da suçtan zarar görmüştü. Bu durumda yargılama nasıl yapılacaktı? Çünkü Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre; suçtan zarar gören kişi, o davada yargıç, savcı, hatta zabıt kâtibi olarak dahi görev yapamaz. Dink’in yargılandığı davada, davaya müdahil olma şartının “Türk vatandaşlığı” ile özdeş kabul edilmesi, yargıç, savcı, zabıt kâtibi, hatta Dink’in avukatları için davadan çekilme şartlarını ortaya çıkarmıştı.
Davanın sanığı Dink'in de Anayasa’daki tanım gereği “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olduğu göz önüne alındığında diğer adıyla mahkemenin mantığına göre, suçun mağdurunun aynı zamanda suçun faili olarak kabul edilmesi gerekiyordu.
YARGITAY KARARI BOZDU
Davanın temyizi aşamasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın hazırladığı tebliğnamede, "Kişilere yönelik olmayan ve kişilerin hukuken/doğrudan zarar görmediği suçtan dolayı katılma hakkı verilemez. Böyle bir durumda verilen katılma kararı ise hukuken sonuç doğurmaz ve hükmü temyiz etme hak ve yetkisini sağlamaz” denildi.
Bu tebliğname doğrultusunda, mahkeme kararının temyiz incelemesini yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesi, mahkemenin şikâyetçilerin davaya katılmasına ilişkin kararının “kanuna aykırı olduğunu” tespit ederek bozdu. Dairenin kararında, mahkemenin verdiği müdahillik kararının yanlışlığı “Atılı suçun niteliği itibariyle doğrudan zarar görmeleri söz konusu olmayan şahısların davaya katılmasına karar verilerek lehlerine vekâlet ücreti tayini…” ifadesiyle belirtildi.
BİLİRKİŞİ RAPOR HAZIRLADI
Mahkeme, sanık avukatlarının talebi doğrultusunda Dink’in sözlerinin suç unsuru taşıyıp taşımadığının araştırılması için bilirkişi heyetinin görevlendirilmesine karar verdi. Heyetin hazırladığı 15 Mayıs 2005 tarihli rapor, Dink’e yöneltilen suçlamanın aslı olmadığını ortaya koydu.
Bilirkişi raporunun dosyaya konulmasından sonra yapılan 8 Temmuz 2005’deki ilk duruşmada, davanın başında müdahil olması kabul edilen Mehmet Soykan’ın yanı sıra 9 şikâyetçinin daha müdahil olarak davaya kabul edilmeleri, bilirkişi raporuyla ümitlenen Dink ve avukatları için olumsuz gelişmelerin habercisi oldu.
SAVCI CEZA İSTEDİ
Duruşmada müdahillerin bu taleplerini ileri sürmelerinden sonra savcı Muhittin Ayata esas hakkındaki görüşünü açıkladı. Savcılığın esas hakkındaki görüşü, ne bilirkişi raporunu ne de savunmayı kabul eden bir görüş olarak ortaya çıktı. Savcı, bilirkişi raporunu kabul etmediğini ve Dink’in, kaleme aldığı yazı dizisinde Türklüğü “kanserojen tümör, zehirli kan, soykırımcı” gibi ifadelerle “neşren tahkir ve tezyif ettiği” gerekçesiyle, Türk Ceza Kanunu’nun 159. maddesinin 1.fıkrasına göre cezalandırılmasını istedi. Karin Karakaşlı’nın ise yazı işleri müdürü olarak, gazetede çıkan bir yazıdan dolayı ceza sorumluluğunun olmadığı belirtildi.
Davanın ilk aşaması, 7 Ekim 2005’teki duruşmayla bitti. Mahkemenin kararını açıkladığı bu duruşmaya, Dink ve Karakaşlı katılmadı. Ancak müdahiller tam kadro duruşma salonundaydı.
YARGIÇ CEZAYI ERTELENDİ
Mahkeme yargıcı Metin Aydın, Karakaşlı hakkında yeni Basın Kanunu ile sorumlu yazı işleri müdürlerinin yazılan yazılardan ötürü ceza sorumluluklarının kaldırılması nedeniyle beraatına karar verildiğini açıkladı. Yargıç Aydın, “Mahkûm olursam Türkiye’yi terk ederim” diyecek kadar kendisinden ve sözlerinden emin olan Dink’i ise “Türklüğe hakaret etmek ve aşağılamak” suçundan 6 ay hapse mahkûm etti. Yargıç, bu cezayı, Dink’in sabıkasız olması ve ileride suç işlemeyeceği kanaatine vardığı için erteledi.
Yargıcın gerekçeli kararı ise, değindiği konular, hukuki mantığı, tespitleri ve bakış açısı ile sadece hukuk tarihi açısından değil, Türkiye’nin Ermeni sorunu konusunda da çok önemli bir belge olarak tarihteki yerini aldı.
YARGITAY SAVCISINDAN İTİRAZ
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da, davanın temyiz incelemesini yapacak olan Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ne gönderdiği tebliğnamede, karara şu itirazı yaptı: "Mahkemece ifade özgürlüğünün sınırlarının bazen ‘yasadan’ bazen de ‘ahlak’ kurallarından kaynaklanacağı belirtilmiştir ki, yasal dayanağı olmayan hiçbir nedenle ifade özgürlüğü kısıtlanamaz. Ahlak kurallarına dayalı olarak sınırlama nedeni bile yasayla öngörülmelidir.”
Mahkemenin kararına karşı, hem müdahillerin hem de Dink’in avukatları Yargıtay’a temyiz başvurusunda bulundu. Davanın temyiz incelemesi, Dink’in büyük ümit bağladığı bir aşamaydı.
Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu tarafından hazırlanan tebliğnamede, Dink’e verilen cezanın hukuka aykırı olduğu görüşü ayrıntılı olarak açıklanıyordu. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 1 Mayıs 2006’da verdiği kararda, öncelikle mahkemenin, şikâyetçilerin sadece “Türk vatandaşı” oldukları için suçtan zarar gördükleri tespitiyle davaya müdahil olarak kabul edilmelerine ilişkin kararı bozdu. Daire, bu bozma kararına paralel olarak, müdahillerin yaptığı temyiz başvurularını dikkate almadığını bildirdi.
Daire, Dink’in sözleri ile suç işlediği hükmünü onayladı ancak mahkûmiyet kararının uygulanmasına ilişkin usule dair yerel mahkeme kararlarını ise hukuka aykırı bularak bozdu. Daire, ilk olarak, duruşmada tarafların yüzlerine okunan gerekçesiz kısa kararda hapis cezasının para cezasına çevrilmemesine ilişkin hükmün nedeninin gerekçeli kararda açıklanmamasını bozma nedeni saydı. İkinci olarak, şikâyetçilerin davaya müdahil olarak katılmalarına izin verilmesi ve bunların avukatlık masraflarının Dink tarafından ödenmesi ve bu şahısların “suçun niteliği itibariyle doğrudan zarar görmelerinin söz konusu olmadığı” için bozdu.
'ERMENİ KİMLİĞİNİN KORUNMASINI SAVUNMAK SUÇ DEĞİL'
Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin bu kararına, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itiraz etti. Başsavcılığın, dava ile ilgili nihai kararı verecek olan Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na gönderdiği 6 Haziran 2006 tarihli, kapsamlı itiraz dilekçesinde yerel mahkemenin ve Yargıtay’ın, Dink’in davaya konu cümlesini “Türklüğü tahkir ve tezyif” olarak görmeleri karşısında, cümlenin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ayrıntılı açıklamalar ve karşılaştırmalar yapıldı.
Başsavcılığın itirazında, yerel mahkemenin ve Yargıtay’ın Dink’in yazı dizilerinde Ermeni kimliğine yönelik görüşlerini, cezalandırmaya gerekçe yapmasına da karşı çıkıldı ve “Ülkemizde Lozan Antlaşması uyarınca Ermeniler ‘azınlık kimliği’ niteliğinde kabul edilmekte bu yönüyle korunmaktadır. Ermeni kimliği bağlamında ‘bu anlamıyla’ Ermeni azınlık kimliğinin korunmasını savunmak, suç olmayacağı gibi bir kastın göstergesi de olamaz” denildi.
18 OYA KARŞI 6 OY
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın bu itirazı ile Ceza Genel Kurulu gündemine alınan dosyanın yapılan ilk görüşmesinde, yeterli oy verilmediği için karar verilemedi. Bu ilk görüşmede Yargıtay’daki genel hava, Daire kararının bozulacağı yönünde idi. Ancak ilk görüşmede yeterli oy çoğunluğu sağlanamadığı için ikinci görüşmeye bırakıldı. 11 Temmuz 2006’da yapılan ikinci görüşmede, 18 Yargıtay üyesi Dink’in suçlu olduğu, 6’sı ise suçsuz olduğu yönünde oy kullandı. Çoğunluğun kaleme aldığı gerekçeli kararda düşünce özgürlüğünün “sadece lehte olduğu kabul edilen veya zararsız veya ilgilenilmeye değmez görülen haber ve düşünceler için değil, devletin veya toplumun bir bölümünün aleyhinde olan, onları rahatsız eden haber ve düşünceler için de uygulanacağı” belirtildi.
SUÇ KASTINA BİR DELİL
Kurul bu kararı verirken, Dink’in Ermeni kimliğini savunmasından etkilenmediğini belirtmek zorunda hissetmişti. Gerekçeli karara göre, Dink’in Ermeni kimliğini savunması, “Anayasasının 66. maddesiyle, vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk olarak kabul eden gerek anayasası gerekse ceza yasasıyla her türlü ayrımcılığı reddeden, Lozan Antlaşması ile de, Ermeni K imliğini, azınlık niteliğinde kabul eden bir ülkede” suç değildi. Buna rağmen, gerekçeli kararın devamında, Dink’in, yazılarında Türk-Ermeni ilişkilerini ve tarihsel süreci yorumlarken, Türkler için “paranoya”, Ermeniler için “travma” sözcüklerini kullanması, suç kastına bir delil olarak gösteriliyordu.
VİCDANLARA SESLENMİŞTİ
Gerekçeli kararda, Dink’in, yazı dizisinde kullandığı “Gayrı herkesi kendi vicdansızlığıyla baş başa bırakma zamanı gelip de geçmiştir. Bu gerçekliği kabul edip etmemek, esasen herkesin kendi vicdani sorunudur, bu vicdan da temelini bizatihi insanlık denilen ortaklığımızdan -İnsan kimliğimizden alır. Dolayısıyla gerçeği kabul edenler asıl olarak kendi insanlıklarını arındırırlar” cümlesine yer verilerek, “birlikte değerlendirildiğinde, sanığın yazısında küçültme unsuruyla kullandığı ‘zehirli kan’ sözcüğünün Türklere yönelik olduğu kötü niyetle ve tezyif amacıyla kullanıldığı anlaşılmıştır” denildi.
‘SUÇLU’ BULUNDU
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun bu değerlendirmesi ile Dink açısından, “Türklerin kanına pis diyerek aşağılayan bir Ermeni” olduğu, en yüksek yargı katında hüküm altına alınmış oldu. Şüphesiz, yıllardır yazarak, konuşarak iki halk arasında tarihten gelen düşmanlık duygularını ortadan kaldırmaya çaba gösteren, halkların kardeşliği ülküsüyle hareket eden bir aydın için bundan daha hazin bir sonuç olamazdı. Başlatılan linç kampanyasının giderek büyümesi ve davaya dönüşmesi, yargılama sırasında akıl almaz saldırı ve hakaretlere maruz kalmış olmasından daha vahimi gerçekleşmiş ve Dink, Türkiye Cumhuriyeti’nin iç hukuk mekanizmaları açısından kesin olarak "suçlu" bulunmuştu.
Dava sürecinde yaşanan bu gelişmeler aslında göz göre göre bir cinayeti de beraberinde getiriyordu.
YARIN: Yargının aynası Dink cinayeti
Yasin Kobulan - dihaber